Smart and Sinful



Türkçesi zeki ve günahkâr. İfade ettiği şey 'modern insan'.

Bu aynı zamanda bir film senaryosudur (yapım yılı: 2008).













FİLM

Zaman: 2016. Ortadoğu'da mezhep savaşları çoğalmıştır. Hiçbir koalisyon gücü çatışmaları engelleyememektedir. Terör Avrupa'nın büyük şehirlerine sıçrar. Ülkelere ait ordular şehirlerde kırmızı alarm durumundadır. BM, NATO ve diğer tüm uluslararası örgütler çözüm için bir araya gelirler, birleştirici stratejiler yaratılamaz. Terör farklı modellerde derinleşir. Devletlerden umut kesilmiştir. Büyük şirket patronları aralarında farklı çözüm alternatiflerini tartışmaya başlarlar. Terör grupları başkanları ve büyük şirketler topluluğu sözcüleri bir araya gelirler. Sonunda ortak karar verilir: Şirket kârlılıklarını azaltmak ve geri kalmış ülke insanlarına büyük yardımlar başlatmak; sevgiye ve barışa hizmet. Borsa işlemleri 5 yıl süre ile ABD, AB, Japonya, Rusya ve Çin'de askıya alınır; diğer ülkelerde borsa işlemlerine sınırlamalar gelir. Ortak bir kararla adı geçen ülkelerde para basımı da durdurulur. Şirketler söylemlerinde artık samimidir. Reklam ve ARGE yatırımları düşer. Yeni modellerin üretimi durur. Asgari kârlılık esasında, dünya dengesizliklerinden ve haksızlıklardan kurtuluşa giden yolda adımlar atılmaya başlanır.

Zaman: 2032 - aradan 16 sene geçmiştir. Herkes eski model ürünleri kullanır. Bu kez ufak şirketler modern teknoloji üretimlerini sürdürür ama talep düşüktür. Bu yeni şeyleri tüketenler "görmemişler" olarak vasıflandırılır. Tüketim düşmüştür. AVM'ler yıkılır ve yerlerine parklar, yeşil alanlar yerleştirilir. Tarımda sadece organik ürünler vardır. Sağlık harcamaları hızla azalmaktadır. Tüm dünya bir Küba modeli olmuştur. Terör durmuştur. Büyük şirketler gibi devletler de yapı değiştirir, otorite olarak iyice küçülürler. Halklar çok güçlenir. Öncelikle Kızılderililere ve Aborjinlere, ve sonrasında ellerinden alınan topraklar diğer dünya halklarına iade edilir. BM ve NATO sonlandırılır. SDT,  "Sevgi Dünyası Topluluğu" kurulur. 6 ülke hariç tüm dünya bu topluluğa katılır. Hapishanelerin her birinin içine ruhsal şifa merkezleri kurulur. Silah sanayi çok küçülür. İlaçlar sentetik olmaktan uzaklaşır, bitkisel ve homeopatik tedaviler ön plana geçer. Patent ve gizlilik son bulur. Coca Cola formülünü açıklayarak devrime olan inancı tüm dünyada güçlendirir. Enerji kaynağı olarak, petrol yerini büyük oranda güneşe bırakır. Okullara rağbet düşer. Devletler sınırlarını kaldırmaya başlarlar. O süreçte UFO'lar ilk kez dünyaya açık mesaj gönderirler. "Zeki ve günahkârlar" dönemi bitmiştir.


                   * * *

Senaryo paralelinde ilginç yorumlar:

Ali Koç
Papa Francis

... ve Papa Belçika'da yayımlanan Katolik "Tertio" dergisinde şöyle dedi:
"Bugün Avrupa'da görülen savaş karşıtlığı samimi değildir". Papa, "Dilimiz 'savaşa hayır' derken bir yandan da silah üretip satıyoruz, hem de birbiriyle savaşan taraflara satıyoruz" diye konuştu. Yürekli olmak, çıkarlara göre hareket etmemek, dürüst olabilmek böyle bir şey şüphesiz.


                 * * *




(1) Smart

Amerika Birleşik Devletleri’nin Connecticut eyaletinde,  Batı Hartford’da 1758’de dünyaya gelen Noah Webster, yaşamı boyunca devrimin ve anayasanın güçlü bir savunucusu oldu.  ABD’nin kültürel bağımsızlığı yolunda, Amerikan dilinin kendi deyim, teleffuz ve yapısı ile farklılığının irdelenmesi ve derinlemesine çalışılması gerektiğine inandı.

1806’da Webster, bilinen ilk resmi Amerikan lügatı niteliğindeki, “A Compendious Dictionary of the English Language” / “İngilizce’nin Kapsamlı Sözlüğü” kitabını yayımladı. Ancak asıl şaheseri 1828 yılında piyasaya çıkardığı “An American Dictionary of the English Language” / “Ingilizce’nin Amerikan Sözlüğü” oldu. Bu eser için Webster, kendi ülkesinin dilin özüne erişmek amacıyla, anglo-saxon ve sanskritçeyi de  içeren 26 dil öğrendi ve sözlükçülük (lexicography) alanında bir çığır açtı. 70,000 kelime ile bu lugat, 1755’de yayımlanan ve bir İngiliz şaheseri sayılan Samual Johnson’un eserini sadece içerik olarak değil, yaklaşım ve profesyonnelik adına da aştı. Eser 20 dolara satışa çıkarıldı, ancak ticari yönden hiçbir zaman başarılı olamadı.
1831 yılında George ve Charles Merriam kardeşler, Springfield – Massachusets’de bir matbaa ve kitapçılık işine başladılar. Şirketlerine isimlerinin baş harflerinden oluşan G & C Merriam Co. adını verdiler. 

Webster’ın eseri Merriam’ların dikkatini çekmişti.  1841 baskısı olan “An American Dictionary of the English Language, Corrected and Enlarged” kitabının tüm satılmayan nüshalarını, Webster’in 1843’de ölümü sonrasında üvey oğlu ve mirasçısı Chauncey A. Goodrich ’den satın aldılar.  1847’de gerçekleştirilen baskı ile kitap (bu kez) 6 dolara piyasaya sürüldü ve beklenin de üstünde rağbet gördü. Merriam kardeşler dönem Amerikan başkanı James K. Polk ve Meksika Savaşı kahramanı General Zachary Taylor (daha sonra başkan olacaktır) tarafından büyük övgüyle karşılandı ve sonraki yıllarda birçok ABD eyaletinde okullarda bu eserin sözlük olarak kullanımına karar verildi.

Şirket, Merriam-Webster adını 1982 yılında aldı; yani Merriam’ların Noah Webster’ın velayetinden kitaplarının satış hakkını aldıktan 139 sene sonra...

Entry Word: smart  (Merriam-Webster Dictionary)

Function: adjective 
1. Synonyms INTELLIGENT 2, alert, brainy, bright, brilliant, clever, knowing, quick-witted, ready-witted, sharp 
Antonyms stupid 
2. Synonyms WISE 4, canny, hep, knowing, nimble-witted, quick, quick-witted, sharp, sharp-witted, slick  
Idioms knowing the score, on the ball 
Antonyms dull, dumb 
3. Synonyms CLEVER 5, good, scintillating, sprightly 
Related Word pert, saucy 
4. Synonyms WISE 5, ||biggety, bold, cheeky, fresh, impudent, nervy, pert, sassy, smart-alecky 5. Synonyms STYLISH, chic, dashing, exclusive, fashionable, modish, swank, swish, ||trendy, with-it 
Related Word dapper, ||dinky, spruce 
Antonyms dowdy 
6.  Synonyms CONSIDERABLE 2, good, respectable, ||right smart, sensible, sizable

Kelime: smart  (Langenscheidt’s Standard Dictionary, Resuhi Akdikmen)
açıkgöz; akıllı, usta, kabiliyetli; acıtan, acı veren; keskin, şiddetli; kuvvetli; gösterişli, süslü; şık. smart aleck k.dili. ukalâ dümbeleği. smart set şık insanlar. smartly z. şık olarak; ustalıkla. smartness i. şıklık; ustalık; açıkgözlü.

* *
Yıl 1904. Necip Fazıl, Osmanoğulları’ndan da eski bir aile olan Dülkadiroğulları soyuna bağlı, saygın entellektüel hukukçu bir baba ve Giritli muhacir bir aileye mensup, kayıtsız-şartsız teslimiyet örneği fedakar bir müslüman annenin bebeği olarak İstanbul Çemberlitaş’ta büyük bir konakta dünyaya geldi.

Osmanlı Devleti’nin başında Abdülhamit vardı. Kimilerince bir polis devleti olarak tanımlanan bu dönemde, geçerli olabilecek tüm çözüm ve kurtuluş yolları denenmekteydi. Ancak dış tehditler ve giderek çoğalan dahili muhalif hareketler, Osmanlı’nın son çırpınışlarında onu daha da dibe çeken etkenler olacaktı.

Necip Fazıl, ülkenin bu karmaşık ortamında, ilk şiirlerini annesinin teşvikiyle 17 yaşında yazmaya başladı. Sonraki yıllarda yayınlanan “Kaldırımlar” şiiri edebiyat ve sanat çevrelerinde yankı uyandırdı.  

İlk ve orta öğrenimi Amerikan ve Fransız kolejleri ile Askeri Deniz Lisesi’nde yaptı. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdiğinde Osmanlı’nın yerini, yeni Türkiye Cumhuriyet’i almıştı.

Atatürk tarafından, Batı kültürünü ülkemize kazandırmak amacıyla Fransa'ya gönderilen ilk beş gencin içinde o da vardı. Paris’te Sorbonne’a gitti. Eğitimini tamamlayamadı ancak bu yalnız ve bohem yıllar ona hayatı tanımak adına çok şeyler verdi.

Türkiye’ye döndü.

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın;
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl

1934 yılında, ressam Abidin Dino ile birlikte, Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve bir daha ondan kopamadı. Necip Fazıl' ın üstün bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu dönemde gerçekleşti. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi gördü. “Bir Adam Yaratmak”, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarından oldu.
Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı (1939 - 1943). Sonraki yıllarındaki hayatını tamamen fikir ve sanat çalışmalarına ayırdı.

Onun dahi bir şair olduğunu Prof. Ayhan Songar, Çile şiirinden bir dörtlük okuyarak anlatırdı:

Ateşten zehrini tattım bu okun, 
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum değdi burnuna yok’un,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.

“Delilik ile deha arasında ince bir zar vardır, birinden ötekine geçmek mümkün. Necip Fazıl, ‘burnum değdi burnuna yok’un diyerek dâhî olduğunu göstermiştir.” Yok’un burnu olmayacağına göre, burnu da bir şeye değmeyecektir. Ama bu harika buluş, Üstad’ın dehasını gösterirdi.
Necip Fazıl, kumar ve esrar ile bohemliği, sonrasında İslam ile tanıştığında derin ruhani duygular yaşamıştır.  Necip Fazıl dış dünyasında daima hayal kırıklığı, öfke ve keder ile buluşmuştur:

Bu nasıl bir dünya hikayesi zor;
Mekanı satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!                                                
Yetiş körlük, yetiş takma gözde cam!                                            
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam

Necip Fazıl, bunalımların ve derin düşüncelerin şairidir. İç dünyayı anlatmadaki başarısı bakımından Dostoyevski’yi beğenir; ama Dostoyevski romancıdır, onun gözünde iyi şairler Rimbaud, Baudlaire ve Valery’dir. Politikasını oluştururken Batılı şairlerden etkilendiği görülür. Şiirinin hamurunda  ise önce yalnızlığı, bireyselliği, sonra da iman ve inancı yer almıştır.

Yunus, onun en çok gıpta ettiği şairdir:

Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan, 
Geleyim izine doğru arkandan.
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan
Medet ey Yunus’um, dervişim medet! 

Hayatının büyük bölümünde ön planda yer alan milliyetçilik ve Türklük duygusu, bu konularda anlaşamadığı yazarlara karşı her zaman çok sert olmasına neden olmuştur. “Fikir ve iman öfkesi” ile  Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay, Bedii Faik, Aziz Nesin, Çetin Altan gibi isimler kalem düellosuna girdiği gazeteci yazarların başında gelirler.

Nuruosmaniye "Vakit" gazetesinde kurulan cemiyetin kurucu ve yöneticilerinden çoğunluğu politik görüşleri güçlü olan yazarlardı. Aynı kişiler daha sonraki tek parti yönetiminde fikirleri ile önemli yer tutmuşlardı:

- Halide Edib Adıvar 
- Yunus Nadi (Abalıoğlu, Yeni Gün, daha sonra Cumhuriyet gazetesi başyazarı).
- Ahmet Emin (Yalman, Vakit, daha sonra Vatan gazetesi başyazarı)
- Refik Halid (Karay) (Mine'l-Bab ile'l-Mihrab vs yazarı)
- Celal Nuri (İleri, Ati ve İkdam başyazarı)
- Ali Kemal (Peyam-ı Sabah başyazarı)
- Necmeddin Sadık (Sadak, Akşam gazetesi başyazarı)
- Mahmut Sadık (Yeni Gazete başyazarı)


Vakit gazetesinde görevi sırasında Ahmet Emin Yalman yazdığı başmakalede esas amacını şöyle açıklıyordu: “Kendi kendimizi böyle bir devlet şekline -yani asri bir devlet- koymak için pek esaslı bazı icraat ve hazırlıklar yapmak lazımdır. Bunlardan birincisi ve önemlisi devletimizden teokrasi mahiyetini tamamıyla ortadan kaldırmaktır."
Necip Fazıl ise Ahmet Emin Yalman'’a şöyle diyordu: "Ey cihanın baş çıfıtı, çıfıtların çıfıtı, Allah'ın, Kur'an'da belhum adall diye tarif ettiği hayvanlardan ve necasetten adi, insanlık yüz karası Ahmet Emin Yalman!.. Sana murdar ismin ve cisminle apaçık hitabtan kasdım, herhangi bir ithamın teselli perdesi altına çekilmeye mani olmak ve elinden ne gelirse göstermeye seni zorlamak içindir."
Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir.  Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla, İsmet Paşa ve dönemin tek partisi CHP yönetimine karşı yaptığı şiddetli eleştirileri sonucu hayatının önemli bir bölümünü hapishanelerde geçirdi.

İki defa ihtilâl teşebbüsünde bulundu. Birinci ihtilal teşebbüsünde Adnan Menderes'i kullanmak istediğini fakat başarılı olamadığını kendisi hatıralarında yazmıştır. İkinci ihtilâl teşebbüsü ise, Alparslan Türkeş tarafından tespit edilerek engellenmiştir.

Acaba Necip Fazıl’ın hayatının her döneminde giderek artan vatan ve islam sevgisi, onun bugünkü değerlerde aşırı milliyetçi ve laiklik karşıtı görüşlerinde haklı bir gerekçe olmuş muydu? Aynı Nazım Hikmet’in sosyalist kimliği gibi, Necip Fazıl’ın şeriatçı yapısı daima büyük tartışmalara neden olmuştur.


Bir yanda sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz bir geleceği hayal eden bir komünist şair ve diğer yanda, “asr-ı saadet” olarak adlandırdığı peygamberlik dönemine dönmeyi, “başyücelik devleti” adını verdiği, islam ulemasının şeriatçı yönetimini savunan bir şair… Birbirlerini hiçbir zaman sevememiş bu iki şairin en önemli ortak özelliği her ikisinin de bu düzenin “hoşlanmadığı” düşünceleri hayatları pahasına savunuyor olmalarıydı.

Aya gidilecek
daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği yere.
Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç
kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?
İşte ben komünistim bu soruya karşılık
verdiğim için.                                                                              

26 Ağustos 1959 / Nazım Hikmet


Necip Fazıl Kısakürek,1981 yılı itibarıyla “içinde 20 yıl müddetle bir protoplazma halinde yaşattığı İman ve İslam Atlası isimli eserini kalıba dökebilmek için", bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük bir odasına kapandı. Ömrünün son günleri, Erenköy’deki evindeki bu küçük odada, hayli ilerlemiş yaşına ve adli  tıp raporlarına rağmen, dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren’in af yetkisi kullanmayıp bir tür infaz emri verilmiş 1.5 yılık mahkumiyetiyle her an hapishaneye tekrar götürülme tehdidi altında, kitapları, yazıları, notları ve yanında bulunan dostlarıyla, mahzun sohbetler içinde geçti.

80. yaşına basmasına 20 gün kala, 5 Mayıs 1983'te öldü.

Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgar, artık ne yandan esersen es !..

Necip Fazıl bir makalesinde şöyle yazmaktadır:

İman ve gaye bütün insanlık için esastır. Fakat nasıl bir iman ve nasıl bir gaye?  Dünya bugünkü hamleye hazırlanırken memleketimiz "Tanzimat-ı Hayriye" serlevhası altında kısır bir Avrupalılaşma hareketine girişiyordu. Bu hareketin bayraktarları, Avrupa'da elçilik ve talebelik ederken St. Michel bulvarında halka mahsus kocaman bir kütüphane olduğunu hayretle görmüş, Hyde-Park'da bir adamın dilediği gibi halka hitap edişini gözleri faltaşı gibi açılarak seyretmiş, Versailles'da da yüzlerce musiki aletinin konserini düşük çenesi ile dinlemiş, Charlottenburg sarayının gül bahçesinde kendinden geçmiş, basit bir İsviçre köylüsünün ruh haletini taşıyan bir zümredir.

Bu zümrenin memlekete hediye ettiği kıyafet de, aynı köylünün Berlin'de, köylülere hazır elbise satan bir mağazadan çıkarken kırıta kırıta sırtında taşıdığı ruba...  İçinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını kucaklayamamış da olsa, dili annesinin dilinden ayrı bir Karagöz diline de benzese, sahası bir deniz gibi hayatın bütün kıyılarını tutan bir genişlik yerme, kuyu gibi derinliğine, muayyen bir kaç his darlığına sıkışmış da olsa, şahsiyetinin, ferdiyetinin en yüksek derecelerine varmış olan eski saf ve mükemmel divan şairi bu rubayı giyince meydan âdi bir mukallide kaldı. Hintlilerin maymun avlamak için harikulade bir usulleri varmış, maymunların üzerinde dolaştığı ağaçların dibine ağzı dar bir küp gömerler ve küpün içine fındık dol-dururlarmış. Maymunlar görsün ve taklit etsin diye de ellerini küpe sokarak bir kaç fındık alırlar, yerler ve giderlermiş. Maymun fındığı avuçlamak için elini küpe sokup avuçlarını alabildiğine doldurur, fakat şiş avucu küpün dar ağzından geçmediği için kolunu küpten çıkarmaz; bir türlü avucundaki fındıkları bırakmayı akıl edemez ve böylece canlı canlı gözleri zeka ve şeytanlıkla parlaya dursun, avcısının eline düşermiş. Hazımsız ve anlayışsız taklit psikolojisini ifade için bu misalden başka ne söylenebilir. Tanzimat'tan sonraki Türk sanatının da kolu, hem de içinde yalnız fındık kabuğu bulunan bu küpte büyük harp sonuna kadar bekledi. Arada Baudelaire ve Rimbaud gibi bugünün, hattâ yarının girift sanatkarlarından halis numuneler gelip geçtiği devirde, okuduğu, konuştuğu yegâne lisan Fransızca olan, ne Türk, ne Arap, ne İslâm, ne gavur, ne Avrupalı, ne Asyalı, levanten bir mektep, Musset ile Sully Prudhomme'un tuzlu göz yaşlarından başka içecek kevser bulamamıştı.


Edebiyatı Cedide devri, şahsiyetli eser vermeyi değil, kimlerin taklide değeri ola- cağını bile takdir edememiş, baş şairi Musset'den ve baş romancısı Goncourt biraderlerden ilerisini anlayamamış, bir zevk ve idrak harcın ağalığı devridir. Nihayet bu fındık küpünün üstüne bir balyoz indi. Bu balyozu indiren ne yeni nesil, ne eski nesildir. Bir kelime ile HAYAT'tır. Hayat kendi ilerisinde ve kendisine hakim yürümesi lazım gelen Criterium'ların seviyesini kendi kendine aşmış, dalga yolcuyu sandaldan evvel götürmüş ve kayık geride parçalanmıştır.  İşte bugünkü bahtsız neslin içinde bulunduğu şartlar...  Bir şatonun mancınık güllesi yerine üfürükle yıkılması tarzında, ölümlerin en şerefsizi ile rakipsiz, mücadelesiz ölen evvelkiler için ne hazin akıbet, bugünküler için ne korkunç bir ders ve istikbal. Bugünkü nesil başını kurtarmak için iki büyük devin başım yemeye mahkûmdur. Bu devlerden biri, arkasındaki harabeler, kül olmuş kıymetler ve Hacivat’a dönmüş putlar arasına dikeceği yeni ve harikulade şehrin mimarisini gizleyen muadele, ikincisi, içinde yaşadığı kendisi gibi bezgin ve inkarcı cemiyetin derin, namütenahi derin, ölüm kadar derin kayıtsızlığı...  (...)  Sanatkâr odur ki, ferdiyetinin etrafında bir alâka değil; bir âyin görmek ister. Buna rağmen gene sanatkâr odur ki, beklediği alâkadan hiç birini görmediği halde, tecrübenin birini, binini, milyonunu hiçe sayıp, ölünceye kadar hep aynı hareketi yapan ve hep aynı imkânsız ümidi besleyen deliler gibi, daima aynı faaliyeti tekrar eder. İşte bu ümit, bu çocukça, fakat her türlü olgunluktan daha olgun bu ümit, bu yalancı, fakat her doğrudan daha doğru bu ümit, onu besleyen ve Tanrının suyu ve havası gibi parasız gelen biricik gıdasıdır.





(2) Sinful

Entry Word: sinful (Merriam-Webster Dictionary)
Function: adjective
 1. Synonyms WRONG 1, bad, evil, immoral, iniquitous, reprobate, vicious, wicked
Related Word base, low, vile; disgraceful, shameful; culpable, damnable
2. Synonyms BLAMEWORTHY, amiss, blamable, blameful, censurable, culpable, demeritorious, guilty, reprehensible, unholy. 

Antonyms sinless

Kelime: sinful  (Langenscheidt’s Standard Dictionary, Resuhi Akdikmen)
günahkar; utanç verici, çok kötü; şerir, fena.

(Aşağıdaki metin değiştirtilmeden Internet’ten alınmıştır)
Assault on Iraqi Compound Leaves 20 Dead


14 February  2004 - Valentine’s Day


By MARIAM FAM, Associated Press Writer
FALLUJAH, Iraq - Guerrillas shouting 'God is great' launched a bold daylight assault on an Iraqi police station and security compound west of Baghdad on Saturday, freeing prisoners and sparking a gunbattle that killed 20 people and wounded 30, police and hospital officials said.
The same security compound was attacked two days earlier by gunmen just as the top U.S. commander in the Middle East, Gen. John Abizaid, was visiting the site in Fallujah. Abizaid escaped that attack unharmed.
Up to 50 attackers faced little resistance as they swarmed into the police station, going from room to room and throwing hand grenades, according to a police officer who was in the station when it happened. Few police were present at the time, he said.
The attackers, shouting "Allahu Akbar" — "God is great" — freed around 100 prisoners, the officer said on condition of anonymity. It was not known if the prisoners included suspected members of the anti-U.S. insurgency.
The gunmen also attacked the nearby, heavily barricaded compound of the Iraqi Civil Defense Corps that Abizaid visited Thursday. Iraqi security forces traded fire with the attackers for a half hour in the streets, taking cover behind concrete blocks amid a hail of gunfire.
No American forces could be seen. The U.S. command has said American troops could be quickly dispatched to trouble spots to help Iraqi forces as America hands over security to the Iraqis.
But the manner in which the attackers gained entry to the police station and roamed through the halls without resistance raises questions about the preparedness of some Iraqi units to assume such responsibility. After the Thursday attack, Abizaid said of the Iraqi civil defense unit: "Obviously they are not fully trained. They're not ready."
Abdul Hamid al-Janabi, a security official at Fallujah hospital, said at least 18 police and civilians were killed, along with two attackers.
Of the 30 wounded, most were policemen, though two women and a child were among the injured, al-Janabi said. Two wounded attackers brought to the hospital were arrested, he said.
Fallujah, 36 miles west of Baghdad, lies in the so-called Sunni Triangle, the heartland of the guerrilla campaign against the U.S.-led occupation. Supporters of the ousted regime of Saddam and foreign fighters are thought to be leading the insurgency.
On Friday, Abizaid told The Associated Press that Iraqis must depend less on the U.S. military, even if that means a bigger risk of violence in coming months.
"We have to take risk to a certain extent, by taking our hands off the controls," he said. "It's their country, it's their future. Our job is to help them help themselves."
Anti-American forces have increased attacks against U.S. and Iraqi targets in recent weeks, apparently in an attempt to wreck U.S. plans to transfer power to Iraqis on June 30 and hand security duties over to the Iraqis.
The transfer plans also have been shaken politically, with changes demanded by Iraq (news - web sites)'s most influential cleric, Grand Ayatollah Ali al-Husseini al-Sistani.
On Friday, the United Nations (news - web sites)' special envoy to Iraq, Lakhdar Brahimi, wrapped up a weeklong mission requested by Washington as it seeks a resolution to the impasse.
Brahimi's spokesman agreed with the United States that it would be hard to organize a vote before the June 30 deadline to hand power to the Iraqis, but he said major changes will be needed in the U.S. formula for creating the next Iraqi government.
Criticism of the American plan also has increased among members of the U.S.-appointed Governing Council.
Ahmad Chalabi, a Shiite council member, insisted that elections were possible before the planned power transfer.
During an interview on Al-Jazeera, Chalabi, a council member, said, "We think elections are possible before June 30."
"We insist on the power transfer (by the end of June) and that sovereignty should be handed over to an elected body that represents the opinions of the people of Iraq," Chalabi said.
Brahimi said he would report to U.N. Secretary-General Kofi Annan (news - web sites) next week and that Annan would make recommendations on how to move forward.
A spokesman for Brahimi said al-Sistani's demand for nationwide balloting probably would be too difficult to pull off by July in strife-ridden Iraq.
"The time between now and June is very short and that makes it unlikely that you can put mechanisms in place," U.N. spokesman Ahmad Fawzi told The Associated Press. "The elections don't have to happen before then."
If Annan's recommendation mirrors that view, it could persuade al-Sistani, who has enormous influence among Iraq's majority Shiites, to back off his demands for early elections. But Brahimi's comments could open a new round of wrangling over the best way to pick the Iraqi government scheduled to take power June 30.
The United States argues that security concerns and lack of preparations make quick elections impossible and instead wants regional caucuses to select a provisional legislature. Lawmakers would, in turn, pick a government to rule until elections in 2005. Al-Sistani said a government based on the caucuses would be "illegitimate."
U.S. officials have said they are open to changes in the caucus system but have not said how far they are willing to go. Some Iraqi officials fear the Americans could manipulate caucuses to produce a legislature not truly representative of the Iraqi people.
In Washington, State Department spokesman Richard Boucher denied any suggestion the United States is backing away from its proposal.
"The caucus proposal is definitely on the table," Boucher said Friday. "That's what we and the Governing Council have committed to."


                                                                                   * * * 



Tarih: Aralık 2016
İtiraf: John Nixon, eski CIA ajanı.
Özet: Saddam yalan söylemedi.
Detay: 'Başkanı Sorgulama: Saddam Hüseyin'in sorgusu' kitabı. 
























Tarih: Aralık 2016
Öneri: Donald Trump, ABD başbakanı (20 Ocak 2017 itibarıyla)
Özet: Silahlanma savaşı başlasın.
Detay: Diken Gazetesi, CNN, Huffington Post.











* * *

Bazı Filmler; 'smart and sinful' temasında gerçek-düşler

Naked (1993)
The Sunset Limited (2011)
Novaya Zemlya (2008)
El Empleo (2008)
Virgin Mountain (2015)
High-Rise (2016)























* * *

Düşler ve Gerçekler

Lanetler yağdırmak, öç almak, ve hatta yok etmek istediğin o geçmişi bir dolunay gecesi altına almak ve karanlıklar arasında parıldayan yolda uzun kanlı tırnakları sırtını yırtarken orgazm olmak gizlice... Suçlanmışlığın derbeder ezikliğinde düğmeleri kırık bir palto ve altında küflenmiş kabukların kapladığı sanki asırlardır unutulmuş bir et yığınını taşımak zorunda kalmak... Avuçlarının içinde sımsıkı yarım şişe şarap, biraz peynir, sekiz zeytin, üç zeytin çekirdeği, cebinde koklamaya kıyamadığın birkaç meyve. Ekmek yok. Mırıldanırken bir şarkı yüzünde derinleşen çizgileri hissetmek... Aranılmazlığın ızdırabı, anıları damarlarında sahiplenmişliğin ızdırabı, yaşama sırt dönmüşlüğün ızdırabı; düşlerde yaşamak yarınları; eski sevgileri ilahlaştırmanın ızdırabı...

Güneş kaybolurken ufuklarda başak tarlalarına koşmak ve durmaksızın koşmak. Yorulunca oturup beklemek o treni. Beklemek umutla umursamadan bomboşluğunu istasyonun, kocaman saati, ve geleceğini hikâyelerde bulan bir memuru. Tek tek saymak saniyeleri, dakikaları; birden yılları birbirine karışmış bulmak düşüncelerin uçurumunda. Alaylı bakışlar kahkahalara boğulunca kaçmak. Rayların, elektrik direklerinin, ve tren düdüklerinin ulaşamayacağı uzaklıklara sahip çıkmak; bir başına yalnızlıkları yok etmenin yengisini tatmak. Gülümseyebilmek kendince... Toprak üzerine çökmek Güneş'le birlikte. Sessizce okşamak kara dokuyu. Üstüne yatmak arsızca. Yalamak, ısırmak ve doyasıya yemek toprağı. Ağzında eridikçe, çamurlaşmış solucanların sevgi dolu iniltilerine eşlik etmek. Yeniden Aşk'ı hissetmek, ansızın, seni tahrik ettikçe binlerce sevgi dolu hayvancık...

Birdenbire kusmak tüm geçmişi. Kollar ve bacaklar, gözler, ve iki kalp paramparça düşerken sofraya ağlamak sular gibi. Kafanı duvarlara vurmak, ve bıçaklamak cinselliğini. Koskoca iki tabağı dolduran o ziyafeti tek başına yemek zorunda kalmak. Yedikçe kusmak her seferinde, daha kan dolu, için  parçalandıkça acıyla, nefret dolu, ölüm kokusu sardıkça geniş yüksek salonu.

Kapıların kilitlendiğini hissetmeden ağır ağır sindirmek yediklerini. Portmantodan kırık düğmeli paltonu almak. Meyveleri soymak. Sonra yarım şişe şarap ile diğer hepsini terkettiğin sofraya atmak. Paltonu fırlatmak. İç çamaşırlarını fırlatmak. Jartiyerini, topuklu ayakkabılarını fırlatmak. Kabuklarını  doyasıya sökmek iğrenç vücudundan, ve tüm kokuşmuşluğunu terk etmek arkandaki kanlı sofraya... Çıplaklığın temizliğini hissetmek ve kapıya el atmak dışarıda seni kucaklayacak yepyeni dünya için. Sarsılmak, titremek korku ile ilk kez o an. Sonrasında bir kez daha gülümsemek çaresizce. Kabullenmek kaderi ve tüm suçların günahını. Zamanın ding-donglarında, düşünde bir tren istasyonu, sağır olmak yalnızlığın hapsinde, halbuki olabildiğince masum bir görüntüde...







   / Ocak 1990                                                                           


                                                                                          * *


Telif Hakları

“Benim öğretimde, eğer duymak istediğiniz kelime buysa, telif hakkı diye birşey yoktur. Tüm bunları çoğaltma, dağıtma, yorumlama, yerme, bozma, çarpıtma, her ne yapmak istiyorsanız, hatta üzerinde hak iddia etme hakkına sahipsiniz, benim iznimi veya her hangi bir başkasının iznini almadan , sormadan…”

Krishnamurti, Güney Hindistan’da, Mandanapalle’de 12 Mayıs 1895’de dünyaya geldi. 17 Şubat 1986’da Ojai, California’da doksan yaşında öldü.  

Aşağıda kendi seminerlerinden ve not defterinden bölümler yer almaktadır.

“Sizler Allah’a inanıyorsunuz; öbürleri Allah’a inanmıyor. Demek inançlarınız sizleri birbirinden ayırıyor. Dünya inançlara göre yapılanmış; Hinduizm, Budizm,Hıristiyanlık… Demek, insan insandan bölünmüş.

Kafamız karışıyor. Sanıyoruz ki inancımızla bu karmaşayı (confusion) ortadan kaldırabileceğiz. İnançlarımız, karmaşanın üzerini kaplıyor ve böylelikle karmaşanın yok olacağını umuyoruz. Fakat inanç sadece karmaşadan bir kaçıştır. bizleri karmaşayla yüz yüze getirmez, onu anlamamızı sağlamaz; ondan kaçmamıza yardımcı olur. Karmaşayı anlamak için gerekli olan inanç değildir. İnanç sadece kendimiz ve problemlerimiz arasında bir perdedir. Demek ki, bir tür inanç yapılandırması olarak din, karmaşa gerçeğini yok sayıp, bir kaçış aracı olabiliyor.

Allah’a inanan insan, bundan sonrasına inan insan, veya başka yapıda her hangi bir inancı olan insan kendi gerçeğinden kaçıyor. Allah’a inanıp, puja yapıp, bazı şarkı ve kelimeleri sürekli tekrarlayıp, aynı zamanda günlük hayatında baskıcı, zalim, hırslı, sahtekar, ve namussuz olan insanları tanımıyor musunuz? Bunlar Allah’ı bulabilecekler mi? Gerçekten Allah’ı mı arıyorlar? Tekrarlanan kelimelerle, inançla Allah bulunabilir mi? Ama bu insanlar Allah’ın adını sürekli ağızlarına alıyor, hergün ibadet etmeye gidiyorlar. Kendi gerçeklerinden kaçınacak herşeyi yapıyorlar, ve sizler bu insanları saygın kabul ediyorsunuz, çünkü sizler de onlardansınız.“

Yukarıdaki mesaj rahatsız edici görünebilir. Ancak Krishnamurti’nin söylemek istediği,  insanın Allah’a karşı gösterdiği dışavurumcu tavırdan önce, kendi özgürlüğü ve benliği konusunda ısrarcı olması gerektiğidir. Çünkü asıl olan özgürlüktür ve önde gelen gerçek insanın ta kendisidir.

1929 yılında Belçika’da yapmış olduğu konuşma birçok açıdan önem taşır. Kendisinden yüzyılın mesihi olmasını bekleyen, bu yolda tüm eğitimini sağlayan ve sonrasında önder ilan eden Theosophical topluluğunun tüm kurallarıyla birlikte artık bir hükmünün kalmadığını açıklamış ve grubun dağılmasını önermiştir. Bu açıklama, çocukluğundan beri onu adım adım izleyen, mesihlik ilanı gününü bekleyen topluluk kurucusu ve başkanı Annie Besant için tam bir yıkım olmuştur. Krishnamurti’nin çok yorgun olduğunu ve ne yaptığını bilmediğini söylemiştir. Krishnamurti’nin topluluktan kopuşu sonrası, dünya medyası onunla ve derin gerçeği ile uzun yıllar artık ilgilenmeyecektir !

İkinci Dünya Savaşı yıllarında California - Ojai’de sessiz kalan Krishnamurti zaman zaman sosyal toplantılara katılıyordu. Bu toplantılar her zaman çok ciddi olmak zorunda değildi. Bir defasında dönemin tanınmış isimleri ile birlikte bir piknik için Los Angeles nehrinde buluştular: Aldous Huxley ve ilk eşi Maria, Greta Garbo, Charlie Chaplin ve güzel eşi Paulette Goddard, Bertrand Russell ve Christopher Isherwood…   Gerek farkı kişilikte giyim tarzları ve gerek neşeli tavırlarıyla topluluk sanki “Alis Harikalar Diyarında” havasındaydı. Garbo bir sürü taze sebze getirmişti. Goddard şampanya ve havyar getirmişti. Krishnamurti hint pirinci pişirmişti. Yemeklerini hazırlama aşamasında, ansızın karşılarında bir polis memuru belirir: “Sizler, ne yaptığınızı sanıyorsunuz burada?”. Ani sessizlik. Memurun yanına bir hışımla sonradan gelen şerif tabancasını Huxley’e doğrultup, “Okumanız yok mu? “ diyerek az ötedeki “Geçmek Yasaktır” tabelasını gösterir.  Huxley şeriften nazikçe özür dileyip, bulundukları yeri eskisinden de temiz bir şekilde bırakacakları konusunda söz verir. Şerif daha da hiddetlenir ve alanı derhal terketmelerini söyler. Huxley bu tavır karşısında, şerifi biraz yumuşatabileceği düşüncesiyle, Charlie Chaplin ve Greta Garbo’yu hatırlatmayı dener. Bunu hisseden şerif homurdanarak, “buna hiç gerek yok, yıldızları sinemadan tanıyorum ama bu halleriyle hiçbiri kendine yakışmıyor. Burayı hemen terkedin serseriler – yoksa hepinizi tutuklayacağım” deyince, hepsi bir söz daha söylemeden kaçıverirler oradan. 

Krishnamurti, gerçeği yolu olmayan bir kara olarak betimler. İnsanın gerçeğe ulaşmak için ne bir organizasyon, inanç, iman, dogma veya dinsel tören, ne de felsefi bilgi veya psikolojik tekniklere ihtiyacı vardır. Onu kendi aklında yer alan bilgiyi anlayarak ve algıladıklarıyla bulmalıdır. “İnsan kendi içinde oluşturuduğu dinsel, siyasi ve kişisel şekillerle (imajlarla) kendini güvende sağlamayı hedefler. Bunlar sembollerle, fikirlerle ve inançla kendini ortaya koyar. Bunların ağırlığı kişinin düşünmesi, çevresiyle ilişkisi ve günlük hayatına ağırlığı koyar. Bu şekiller günlük hayatta insanı insandan uzaklaştıran en önemli etkendirler. Kişi kafasında oluşturduğu bu kavramlarla tüm hayat algılamasını da şekillendirir hale gelir.

Kişi bilincinin içeriği onun tüm oluşumudur. Bu içerik tüm insanlık için vardır. Bireysellik, kişinin gelenekleri ve çevresinden edindiklerine verilen isim, yapı ve yüzeysel kültürdür. Kişinin tekilliği bu yüzeysel yaklaşımda değil, bilincinde yer alan tüm içerikten kurtuluşunda, özgürlüğünde yatar. Özgürlük bir tepki değildir; bir tercih de değildir. Özgürlük kuralı olmayan, içinde korku veya ödül barındırmayan salt bir gözlemlemedir. Özgürlüğün bir şekli yoktur; insan evrimleşmesinin sonunda değil, varoluşunun hemen ilk adımında yer alır.

Gözlem yapan kişi özgürlüğün eksikliğini keşfetmeye başlar.  Özgürlük bizlerin seçemediğimiz günlük hayatımız ve etkinliklerimiz gerçeği içinde gizlidir. Düşünce zamandır. Düşünce, zaman ve geçmişe bağlı olarak, deneyim ve bilgiden doğar.  Zaman insanın psikolojik düşmanıdır. Hareketlerimiz bilgiye göre yapılır, ve dolayısıyla zamana. Demek ki insan geçmişin bir kölesi. Düşünce daima sınırlı ve bizler sürekli bir mücadele ve kava içinde yaşıyoruz. Psikolojik evrimleşme yok.

İnsan kendi düşüncelerinin hareketini farkına vardığı zaman, “düşünen” ve “düşünce”, “gözlem” ve “gözlemleyen”, “deneyim” ve “deneyim yaşayan” arasındaki farkları görecektir. Bu ayrımın da sanal bir görüntü olduğunu keşfedecektir. Ancak bundan sonra, içinde geçmişin ve zamanın hiçbir gölgesinin bulunmadığı salt “gözlemi” yakalayabilir. Zamanı yok etmeyi başarmış bir akıl derin ve kalıcı bir başkalaşım yakalamıştır. Tümden bir karşı koyma, olumsuz tavır alma “olumlu” için esastır. Ancak düşüncelerimizin psikolojimize tüm taşıdıklarına karşı koyabildiğimizde aşk var olacakır; o da şefkat ve akıldır.”

“Every thought and feeling must flower for them to live and die. Flowering of everything in you, the ambition, the greed, the hate, the joy, the passion - there is their death and freedom. It is only in freedom that anything can flourish, not in suppression, in control and discipline, these only pervert, corrupt. Flowering and freedom is goodness and all virtue".




                                                                       













                                                                       




                                                             * *

1910 – 1987 yılları arasında yaşamış olan Ekrem Zeki Ün Türk müzik tarihinde hem besteleri hem de yetiştirdiği öğrenciler açısından önemli yer tutar. İstiklal Marşı’mızın bestecisi Osman Zeki Üngör’ün oğlu olması onu genç yaşta müzikle dolu bir hayatın içine sokmuştur.

Öğrencilere karşı görünen katı disiplin ve tutumunu kendinede uygulamış; her yeni yapıtında kendini yenilemeyi amaşlarken bir önceki eserlerini sert şekilde eleştirmiştir. Orta öğrenimi sırasında devlet bursuyla Paris’e gönderilmiştir. Ecole Normale de Musique’de Line Talluel, Marcel Chailley ve Jacqyes Thibaund ile keman, L. Laurant ve Alexander Cellier ile armoni çalışma fırsatı bulmuştur. Paris’teki son yıllarında Georges Dandolet’ten kompozisyon dersleri almıştır. 1930 yılında Türkiye’e dönmüş ve hayatının büyük bölümünde konservatuar, ortaokul ve liselerde eğitmenlik yapmıştır. Fransa’da görmüş olduğu eğitimi öğrencilerine aktarma konusunda büyük çabalar göstermiş, konuyla ilgili farklı kitaplar yazarak metotlarını geniş kitlelere yaymıştır.

1938’de piyanist Verda Ün ile evlenmiştir.

Fransa’da öğrenciyken besteler yapmaya başlayan Ekrem Zeki Ün, ilk yıllarda izlenimciliğin etkisindedir. Daha sonra Henri Bergson’un felsefesine yakınlık göstermiş, 1934 yılından sonra ise makamsal müziğimizden yararlanmıştır. Besteciliğinin son dönemi kabul edilen 1965 sonrası yapıtlarında “doğu mistisizmi”ne özgün bir yaklaşım getirmiştir.

Ekrem Zeki Ün’ün yapıtlarının yayın ve seslendirme hakları ailesindedir.

1933 yılında bestelediği  “Yunus’un Mezarında” adlı eserini çalarken flütü biraz ney gibi düşünürüm. Birlikte müzik çalışmaları yaptığım, Preklasik Oda Müziği Topluluğu’nun kurucusu Dr. Musa Albukrek’in ve flüt hocam Nazım Acar’ın da öğretmeni olan Ekrem Zeki Ün’ü çok sevdiğim ve saydığım bu kişilerden dinlemek kadar, onun öğretisiyle müzik yapan bu kişilerle çalışmak bana daima büyük haz ve mutluluk kaynağı olmuştur. Geçtiğimiz yıl yapmış olduğumuz CD kaydında yer alan “Yunus …” için İrlanda’da ikamet eden Verda Hanım’a bir telif hakkı ödemediğimizi söylemenin şimdi yeri midir, bilmem…

/ Nisan 1996

* * *


Beklemek bir ufka karşı bıkmadan
Düşünmek yapılan tüm haksızlıkları
Hatırlamak güzel geçmişleri
Özlemek eski sevgileri,
Biraz  kendine acımak bu arada
Yazılar okumak ve sonra yine yazmak.

Çiçekleri unutmak
Keçiyi, köpeği aç bırakmak
Komşunun çağrısına kulak tıkamak
Akıp giden zamana cömertçe yol vermek,
Cansız hayatlara gülümsemek
Mutluluk demek bu çorak sessizliğe.

Sonra tel tel beyazlaştıkça saçların
Geç kalmak tüm teptiklerin için,
Bir sabah uyandığında sevgili dünlerinle başbaşa 
Yarınların gülümseyişi uzaklarda alaylı bir düş
Elveda diyemeden 
Ansızın sonuna gelmek...


 / 16 Eylül 1995