Türkçesi zeki ve günahkâr. İfade ettiği şey 'modern insan'.
Bu aynı zamanda bir film senaryosudur (yapım yılı: 2008).
FİLM
Zaman: 2016. Ortadoğu'da mezhep savaşları çoğalmıştır. Hiçbir koalisyon gücü çatışmaları engelleyememektedir. Terör Avrupa'nın büyük şehirlerine sıçrar. Ülkelere ait ordular şehirlerde kırmızı alarm durumundadır. BM, NATO ve diğer tüm uluslararası örgütler çözüm için bir araya gelirler, birleştirici stratejiler yaratılamaz. Terör farklı modellerde derinleşir. Devletlerden umut kesilmiştir. Büyük şirket patronları aralarında farklı çözüm alternatiflerini tartışmaya başlarlar. Terör grupları başkanları ve büyük şirketler topluluğu sözcüleri bir araya gelirler. Sonunda ortak karar verilir: Şirket kârlılıklarını azaltmak ve geri kalmış ülke insanlarına büyük yardımlar başlatmak; sevgiye ve barışa hizmet. Borsa işlemleri 5 yıl süre ile ABD, AB, Japonya, Rusya ve Çin'de askıya alınır; diğer ülkelerde borsa işlemlerine sınırlamalar gelir. Ortak bir kararla adı geçen ülkelerde para basımı da durdurulur. Şirketler söylemlerinde artık samimidir. Reklam ve ARGE yatırımları düşer. Yeni modellerin üretimi durur. Asgari kârlılık esasında, dünya dengesizliklerinden ve haksızlıklardan kurtuluşa giden yolda adımlar atılmaya başlanır.
Zaman: 2032 - aradan 16 sene geçmiştir. Herkes eski model ürünleri kullanır. Bu kez ufak şirketler modern teknoloji üretimlerini sürdürür ama talep düşüktür. Bu yeni şeyleri tüketenler "görmemişler" olarak vasıflandırılır. Tüketim düşmüştür. AVM'ler yıkılır ve yerlerine parklar, yeşil alanlar yerleştirilir. Tarımda sadece organik ürünler vardır. Sağlık harcamaları hızla azalmaktadır. Tüm dünya bir Küba modeli olmuştur. Terör durmuştur. Büyük şirketler gibi devletler de yapı değiştirir, otorite olarak iyice küçülürler. Halklar çok güçlenir. Öncelikle Kızılderililere ve Aborjinlere, ve sonrasında ellerinden alınan topraklar diğer dünya halklarına iade edilir. BM ve NATO sonlandırılır. SDT, "Sevgi Dünyası Topluluğu" kurulur. 6 ülke hariç tüm dünya bu topluluğa katılır. Hapishanelerin her birinin içine ruhsal şifa merkezleri kurulur. Silah sanayi çok küçülür. İlaçlar sentetik olmaktan uzaklaşır, bitkisel ve homeopatik tedaviler ön plana geçer. Patent ve gizlilik son bulur. Coca Cola formülünü açıklayarak devrime olan inancı tüm dünyada güçlendirir. Enerji kaynağı olarak, petrol yerini büyük oranda güneşe bırakır. Okullara rağbet düşer. Devletler sınırlarını kaldırmaya başlarlar. O süreçte UFO'lar ilk kez dünyaya açık mesaj gönderirler. "Zeki ve günahkârlar" dönemi bitmiştir.
* * *
Senaryo paralelinde ilginç yorumlar:
Ali Koç
Papa Francis
... ve Papa Belçika'da yayımlanan Katolik "Tertio" dergisinde şöyle dedi:
"Bugün Avrupa'da görülen savaş karşıtlığı samimi değildir". Papa, "Dilimiz 'savaşa hayır' derken bir yandan da silah üretip satıyoruz, hem de birbiriyle savaşan taraflara satıyoruz" diye konuştu. Yürekli olmak, çıkarlara göre hareket etmemek, dürüst olabilmek böyle bir şey şüphesiz.
* * *
(1) Smart
Amerika Birleşik Devletleri’nin Connecticut eyaletinde, Batı Hartford’da 1758’de dünyaya gelen Noah
Webster, yaşamı boyunca devrimin ve anayasanın güçlü bir savunucusu oldu. ABD’nin kültürel bağımsızlığı yolunda,
Amerikan dilinin kendi deyim, teleffuz ve yapısı ile farklılığının irdelenmesi
ve derinlemesine çalışılması gerektiğine inandı.
1806’da Webster, bilinen ilk resmi Amerikan lügatı
niteliğindeki, “A Compendious Dictionary of the English Language” / “İngilizce’nin Kapsamlı Sözlüğü” kitabını
yayımladı. Ancak asıl şaheseri 1828 yılında piyasaya çıkardığı “An American
Dictionary of the English Language” / “Ingilizce’nin Amerikan Sözlüğü”
oldu. Bu eser için Webster, kendi ülkesinin dilin özüne erişmek amacıyla,
anglo-saxon ve sanskritçeyi de içeren 26
dil öğrendi ve sözlükçülük (lexicography) alanında bir çığır açtı.
70,000 kelime ile bu lugat, 1755’de yayımlanan ve bir İngiliz şaheseri sayılan
Samual Johnson’un eserini sadece içerik olarak değil, yaklaşım ve
profesyonnelik adına da aştı. Eser 20 dolara satışa çıkarıldı, ancak ticari
yönden hiçbir zaman başarılı olamadı.
1831
yılında George ve Charles Merriam kardeşler, Springfield – Massachusets’de bir matbaa
ve kitapçılık işine başladılar. Şirketlerine isimlerinin baş harflerinden
oluşan G & C Merriam Co. adını verdiler.
Webster’ın
eseri Merriam’ların dikkatini çekmişti. 1841
baskısı olan “An American Dictionary of the English Language, Corrected and
Enlarged” kitabının tüm satılmayan
nüshalarını, Webster’in 1843’de ölümü sonrasında üvey oğlu ve mirasçısı
Chauncey A. Goodrich ’den satın aldılar.
1847’de gerçekleştirilen baskı ile kitap (bu kez) 6 dolara piyasaya
sürüldü ve beklenin de üstünde rağbet gördü. Merriam kardeşler dönem Amerikan
başkanı James K. Polk ve Meksika Savaşı kahramanı General Zachary Taylor (daha
sonra başkan olacaktır) tarafından büyük övgüyle karşılandı ve sonraki yıllarda
birçok ABD eyaletinde okullarda bu eserin sözlük olarak kullanımına karar
verildi.
Şirket, Merriam-Webster
adını 1982 yılında aldı; yani Merriam’ların Noah Webster’ın velayetinden kitaplarının
satış hakkını aldıktan 139 sene sonra...
Entry
Word: smart (Merriam-Webster
Dictionary)
Function: adjective
1. Synonyms INTELLIGENT 2, alert, brainy, bright, brilliant, clever, knowing, quick-witted, ready-witted, sharp
Antonyms stupid
2. Synonyms WISE 4, canny, hep, knowing, nimble-witted, quick, quick-witted, sharp, sharp-witted, slick
Idioms knowing the score, on the ball
Antonyms dull, dumb
3. Synonyms CLEVER 5, good, scintillating, sprightly
Related Word pert, saucy
4. Synonyms WISE 5, ||biggety, bold, cheeky, fresh, impudent, nervy, pert, sassy, smart-alecky 5. Synonyms STYLISH, chic, dashing, exclusive, fashionable, modish, swank, swish, ||trendy, with-it
Related Word dapper, ||dinky, spruce
Antonyms dowdy
6. Synonyms CONSIDERABLE 2, good, respectable, ||right smart, sensible, sizable
Function: adjective
1. Synonyms INTELLIGENT 2, alert, brainy, bright, brilliant, clever, knowing, quick-witted, ready-witted, sharp
Antonyms stupid
2. Synonyms WISE 4, canny, hep, knowing, nimble-witted, quick, quick-witted, sharp, sharp-witted, slick
Idioms knowing the score, on the ball
Antonyms dull, dumb
3. Synonyms CLEVER 5, good, scintillating, sprightly
Related Word pert, saucy
4. Synonyms WISE 5, ||biggety, bold, cheeky, fresh, impudent, nervy, pert, sassy, smart-alecky 5. Synonyms STYLISH, chic, dashing, exclusive, fashionable, modish, swank, swish, ||trendy, with-it
Related Word dapper, ||dinky, spruce
Antonyms dowdy
6. Synonyms CONSIDERABLE 2, good, respectable, ||right smart, sensible, sizable
Kelime:
smart (Langenscheidt’s Standard Dictionary, Resuhi Akdikmen)
açıkgöz;
akıllı, usta, kabiliyetli; acıtan, acı veren; keskin, şiddetli; kuvvetli;
gösterişli, süslü; şık. smart aleck k.dili. ukalâ dümbeleği. smart set şık
insanlar. smartly z. şık olarak; ustalıkla. smartness i. şıklık; ustalık;
açıkgözlü.
* *
Yıl 1904. Necip Fazıl, Osmanoğulları’ndan da eski bir aile olan
Dülkadiroğulları soyuna bağlı, saygın entellektüel hukukçu bir baba ve Giritli
muhacir bir aileye mensup, kayıtsız-şartsız teslimiyet örneği fedakar bir
müslüman annenin bebeği olarak İstanbul Çemberlitaş’ta büyük bir konakta
dünyaya geldi.
Osmanlı Devleti’nin başında Abdülhamit vardı. Kimilerince bir polis
devleti olarak tanımlanan bu dönemde, geçerli olabilecek tüm çözüm ve kurtuluş yolları
denenmekteydi. Ancak dış tehditler ve giderek çoğalan dahili muhalif
hareketler, Osmanlı’nın son çırpınışlarında onu daha da dibe çeken etkenler
olacaktı.
Necip Fazıl, ülkenin bu karmaşık ortamında, ilk
şiirlerini annesinin teşvikiyle 17 yaşında yazmaya başladı. Sonraki yıllarda yayınlanan
“Kaldırımlar” şiiri edebiyat ve sanat çevrelerinde yankı uyandırdı.
İlk ve orta öğrenimi Amerikan ve Fransız kolejleri
ile Askeri Deniz Lisesi’nde yaptı. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü
bitirdiğinde Osmanlı’nın yerini, yeni Türkiye Cumhuriyet’i almıştı.
Atatürk tarafından, Batı kültürünü ülkemize kazandırmak
amacıyla Fransa'ya gönderilen ilk beş gencin içinde o da vardı. Paris’te Sorbonne’a gitti. Eğitimini tamamlayamadı ancak bu
yalnız ve bohem yıllar ona hayatı tanımak adına çok şeyler verdi.
Türkiye’ye döndü.
Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın;
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.
Niçin
küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz
görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın
raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum
varmış, onu öğrensem asıl
1934 yılında,
ressam Abidin Dino ile birlikte, Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan
Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve bir daha ondan kopamadı. Necip Fazıl' ın üstün
bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza
kazandırması bu dönemde gerçekleşti. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi
piyesleri büyük ilgi gördü. “Bir Adam Yaratmak”, Türk tiyatrosunun en güçlü
oyunlarından oldu.
Hollanda,
Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Robert
Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı (1939 - 1943).
Sonraki yıllarındaki hayatını tamamen fikir ve sanat çalışmalarına ayırdı.
Onun
dahi bir şair olduğunu Prof. Ayhan Songar, Çile şiirinden bir dörtlük okuyarak
anlatırdı:
Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum değdi burnuna yok’un,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.
Sanki burnum değdi burnuna yok’un,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.
“Delilik
ile deha arasında ince bir zar vardır, birinden ötekine geçmek mümkün. Necip
Fazıl, ‘burnum değdi burnuna yok’un diyerek dâhî olduğunu göstermiştir.” Yok’un
burnu olmayacağına göre, burnu da bir şeye değmeyecektir. Ama bu harika buluş,
Üstad’ın dehasını gösterirdi.
Necip
Fazıl, kumar ve esrar ile bohemliği, sonrasında İslam ile tanıştığında derin ruhani
duygular yaşamıştır. Necip Fazıl dış
dünyasında daima hayal kırıklığı, öfke ve keder ile buluşmuştur:
Bu nasıl bir dünya hikayesi zor;
Mekanı satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Nesin sen, hakikat olsan da
çekil!
Yetiş körlük, yetiş takma gözde
cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam
Necip Fazıl, bunalımların
ve derin düşüncelerin şairidir. İç dünyayı anlatmadaki başarısı bakımından
Dostoyevski’yi beğenir; ama Dostoyevski romancıdır, onun gözünde iyi şairler
Rimbaud, Baudlaire ve Valery’dir. Politikasını oluştururken Batılı şairlerden
etkilendiği görülür. Şiirinin hamurunda ise önce yalnızlığı, bireyselliği, sonra da
iman ve inancı yer almıştır.
Yunus, onun en çok gıpta
ettiği şairdir:
Rüzgâra bir koku ver ki
hırkandan,
Geleyim izine doğru arkandan.
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan
Medet ey Yunus’um, dervişim medet!
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan
Medet ey Yunus’um, dervişim medet!
Hayatının büyük bölümünde ön planda yer alan milliyetçilik
ve Türklük duygusu, bu konularda anlaşamadığı yazarlara karşı her zaman çok
sert olmasına neden olmuştur. “Fikir ve iman öfkesi” ile Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay, Bedii
Faik, Aziz Nesin, Çetin Altan gibi isimler kalem düellosuna girdiği gazeteci
yazarların başında gelirler.
Nuruosmaniye "Vakit" gazetesinde kurulan
cemiyetin kurucu ve yöneticilerinden çoğunluğu politik görüşleri güçlü olan yazarlardı.
Aynı kişiler daha sonraki tek parti yönetiminde fikirleri ile önemli yer
tutmuşlardı:
- Halide Edib Adıvar
- Yunus Nadi (Abalıoğlu, Yeni Gün, daha sonra Cumhuriyet gazetesi
başyazarı).
- Ahmet Emin (Yalman, Vakit, daha sonra Vatan gazetesi başyazarı) - Refik Halid (Karay) (Mine'l-Bab ile'l-Mihrab vs yazarı)
- Celal Nuri (İleri, Ati ve İkdam başyazarı)
- Ali Kemal (Peyam-ı Sabah başyazarı)
- Necmeddin Sadık (Sadak, Akşam gazetesi başyazarı)
- Mahmut Sadık (Yeni Gazete başyazarı)
Vakit gazetesinde görevi sırasında Ahmet Emin Yalman yazdığı başmakalede esas amacını şöyle açıklıyordu: “Kendi kendimizi böyle bir devlet şekline -yani asri bir devlet- koymak için pek esaslı bazı icraat ve hazırlıklar yapmak lazımdır. Bunlardan birincisi ve önemlisi devletimizden teokrasi mahiyetini tamamıyla ortadan kaldırmaktır."
Necip Fazıl ise Ahmet Emin
Yalman'’a şöyle diyordu: "Ey cihanın baş çıfıtı, çıfıtların çıfıtı,
Allah'ın, Kur'an'da belhum adall diye tarif ettiği hayvanlardan ve necasetten
adi, insanlık yüz karası Ahmet Emin Yalman!.. Sana murdar ismin ve cisminle
apaçık hitabtan kasdım, herhangi bir ithamın teselli perdesi altına çekilmeye
mani olmak ve elinden ne gelirse göstermeye seni zorlamak içindir."
Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun
yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan
yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Büyük
Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla, İsmet Paşa ve dönemin tek partisi CHP
yönetimine karşı yaptığı şiddetli eleştirileri sonucu hayatının önemli bir
bölümünü hapishanelerde geçirdi.
İki defa ihtilâl teşebbüsünde bulundu.
Birinci ihtilal teşebbüsünde Adnan Menderes'i kullanmak istediğini fakat
başarılı olamadığını kendisi hatıralarında yazmıştır. İkinci ihtilâl teşebbüsü
ise, Alparslan Türkeş tarafından tespit edilerek engellenmiştir.
Acaba Necip Fazıl’ın hayatının her
döneminde giderek artan vatan ve islam sevgisi, onun bugünkü değerlerde aşırı
milliyetçi ve laiklik karşıtı görüşlerinde haklı bir gerekçe olmuş muydu? Aynı
Nazım Hikmet’in sosyalist kimliği gibi, Necip Fazıl’ın şeriatçı yapısı daima
büyük tartışmalara neden olmuştur.
Bir yanda sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz bir
geleceği hayal eden bir komünist şair ve diğer yanda, “asr-ı saadet” olarak
adlandırdığı peygamberlik dönemine dönmeyi, “başyücelik devleti” adını verdiği,
islam ulemasının şeriatçı yönetimini savunan bir şair… Birbirlerini hiçbir
zaman sevememiş bu iki şairin en önemli ortak özelliği her ikisinin de bu
düzenin “hoşlanmadığı”
düşünceleri hayatları pahasına savunuyor olmalarıydı.
Aya gidilecek
daha da ötelere,
teleskopların bile
görmediği yere.
Ama bizim dünyada ne
zaman kimse aç
kalmayacak,
korkmayacak kimse
kimseden,
emretmeyecek kimse
kimseye,
yermeyecek kimse
kimseyi,
umudunu çalmayacak
kimse kimsenin?
İşte ben komünistim
bu soruya karşılık
verdiğim için.
26 Ağustos 1959 / Nazım Hikmet
Necip Fazıl
Kısakürek,1981 yılı itibarıyla “içinde 20 yıl müddetle bir protoplazma halinde
yaşattığı İman ve İslam Atlası isimli eserini kalıba dökebilmek için", bir
daha çıkmamak üzere evinin küçücük bir odasına kapandı. Ömrünün son günleri,
Erenköy’deki evindeki bu küçük odada, hayli ilerlemiş yaşına ve adli tıp raporlarına rağmen, dönemin cumhurbaşkanı
Kenan Evren’in af yetkisi kullanmayıp bir tür infaz emri verilmiş 1.5 yılık
mahkumiyetiyle her an hapishaneye tekrar götürülme tehdidi altında, kitapları,
yazıları, notları ve yanında bulunan dostlarıyla, mahzun sohbetler içinde geçti.
80. yaşına basmasına 20 gün kala, 5 Mayıs 1983'te öldü.
Surda bir
gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe
rüzgar, artık ne yandan esersen es !..
Necip Fazıl
bir makalesinde şöyle yazmaktadır:
İman ve gaye
bütün insanlık için esastır. Fakat nasıl bir iman ve nasıl bir gaye? Dünya
bugünkü hamleye hazırlanırken memleketimiz "Tanzimat-ı Hayriye"
serlevhası altında kısır bir Avrupalılaşma hareketine girişiyordu. Bu hareketin
bayraktarları, Avrupa'da elçilik ve talebelik ederken St. Michel bulvarında
halka mahsus kocaman bir kütüphane olduğunu hayretle görmüş, Hyde-Park'da bir
adamın dilediği gibi halka hitap edişini gözleri faltaşı gibi açılarak
seyretmiş, Versailles'da da yüzlerce musiki aletinin konserini düşük çenesi ile
dinlemiş, Charlottenburg sarayının gül bahçesinde kendinden geçmiş, basit bir İsviçre
köylüsünün ruh haletini taşıyan bir zümredir.
Bu zümrenin
memlekete hediye ettiği kıyafet de, aynı köylünün Berlin'de, köylülere hazır
elbise satan bir mağazadan çıkarken kırıta kırıta sırtında taşıdığı ruba... İçinde
yaşadığı cemiyetin bütün duygularını kucaklayamamış da olsa, dili annesinin
dilinden ayrı bir Karagöz diline de benzese, sahası bir deniz gibi hayatın
bütün kıyılarını tutan bir genişlik yerme, kuyu gibi derinliğine, muayyen bir
kaç his darlığına sıkışmış da olsa, şahsiyetinin, ferdiyetinin en yüksek
derecelerine varmış olan eski saf ve mükemmel divan şairi bu rubayı giyince
meydan âdi bir mukallide kaldı. Hintlilerin maymun avlamak için harikulade bir
usulleri varmış, maymunların üzerinde dolaştığı ağaçların dibine ağzı dar bir
küp gömerler ve küpün içine fındık dol-dururlarmış. Maymunlar görsün ve taklit
etsin diye de ellerini küpe sokarak bir kaç fındık alırlar, yerler ve
giderlermiş. Maymun fındığı avuçlamak için elini küpe sokup avuçlarını
alabildiğine doldurur, fakat şiş avucu küpün dar ağzından geçmediği için kolunu
küpten çıkarmaz; bir türlü avucundaki fındıkları bırakmayı akıl edemez ve
böylece canlı canlı gözleri zeka ve şeytanlıkla parlaya dursun, avcısının eline
düşermiş. Hazımsız ve anlayışsız taklit psikolojisini ifade için bu misalden
başka ne söylenebilir. Tanzimat'tan sonraki Türk sanatının da kolu, hem de
içinde yalnız fındık kabuğu bulunan bu küpte büyük harp sonuna kadar bekledi.
Arada Baudelaire ve Rimbaud gibi bugünün, hattâ yarının girift sanatkarlarından
halis numuneler gelip geçtiği devirde, okuduğu, konuştuğu yegâne lisan
Fransızca olan, ne Türk, ne Arap, ne İslâm, ne gavur, ne Avrupalı, ne Asyalı,
levanten bir mektep, Musset ile Sully Prudhomme'un tuzlu göz yaşlarından başka
içecek kevser bulamamıştı.
Edebiyatı
Cedide devri, şahsiyetli eser vermeyi değil, kimlerin taklide değeri ola-
cağını bile takdir edememiş, baş şairi Musset'den ve baş romancısı Goncourt
biraderlerden ilerisini anlayamamış, bir zevk ve idrak harcın ağalığı devridir.
Nihayet bu fındık küpünün üstüne bir balyoz indi. Bu balyozu indiren ne yeni
nesil, ne eski nesildir. Bir kelime ile HAYAT'tır. Hayat kendi ilerisinde ve
kendisine hakim yürümesi lazım gelen Criterium'ların seviyesini kendi kendine
aşmış, dalga yolcuyu sandaldan evvel götürmüş ve kayık geride parçalanmıştır.
İşte bugünkü bahtsız neslin içinde bulunduğu şartlar... Bir şatonun
mancınık güllesi yerine üfürükle yıkılması tarzında, ölümlerin en şerefsizi ile
rakipsiz, mücadelesiz ölen evvelkiler için ne hazin akıbet, bugünküler için ne
korkunç bir ders ve istikbal. Bugünkü nesil başını kurtarmak için iki büyük
devin başım yemeye mahkûmdur. Bu devlerden biri, arkasındaki harabeler, kül
olmuş kıymetler ve Hacivat’a dönmüş putlar arasına dikeceği yeni ve harikulade
şehrin mimarisini gizleyen muadele, ikincisi, içinde yaşadığı kendisi gibi
bezgin ve inkarcı cemiyetin derin, namütenahi derin, ölüm kadar derin
kayıtsızlığı... (...) Sanatkâr odur ki, ferdiyetinin etrafında bir
alâka değil; bir âyin görmek ister. Buna rağmen gene sanatkâr odur ki,
beklediği alâkadan hiç birini görmediği halde, tecrübenin birini, binini,
milyonunu hiçe sayıp, ölünceye kadar hep aynı hareketi yapan ve hep aynı
imkânsız ümidi besleyen deliler gibi, daima aynı faaliyeti tekrar eder. İşte bu
ümit, bu çocukça, fakat her türlü olgunluktan daha olgun bu ümit, bu yalancı,
fakat her doğrudan daha doğru bu ümit, onu besleyen ve Tanrının suyu ve havası
gibi parasız gelen biricik gıdasıdır.
(2) Sinful
Entry Word: sinful (Merriam-Webster Dictionary)
Function: adjective
1. Synonyms WRONG 1, bad, evil, immoral, iniquitous, reprobate, vicious, wicked
Related Word base, low, vile; disgraceful, shameful; culpable, damnable
2. Synonyms BLAMEWORTHY, amiss, blamable, blameful, censurable, culpable, demeritorious, guilty, reprehensible, unholy.
Antonyms sinless
Function: adjective
1. Synonyms WRONG 1, bad, evil, immoral, iniquitous, reprobate, vicious, wicked
Related Word base, low, vile; disgraceful, shameful; culpable, damnable
2. Synonyms BLAMEWORTHY, amiss, blamable, blameful, censurable, culpable, demeritorious, guilty, reprehensible, unholy.
Antonyms sinless
Kelime:
sinful (Langenscheidt’s Standard Dictionary, Resuhi Akdikmen)
günahkar; utanç verici, çok kötü; şerir, fena.
(Aşağıdaki
metin değiştirtilmeden Internet’ten alınmıştır)
Assault
on Iraqi Compound Leaves 20 Dead
|
By MARIAM
FAM, Associated Press Writer
FALLUJAH, Iraq - Guerrillas shouting 'God is great'
launched a bold daylight assault on an Iraqi police station and security
compound west of Baghdad on Saturday, freeing prisoners and sparking a
gunbattle that killed 20 people and wounded 30, police and hospital officials
said.
The same security compound was attacked two days earlier
by gunmen just as the top U.S. commander in the Middle East, Gen. John Abizaid,
was visiting the site in Fallujah. Abizaid escaped that attack unharmed.
Up to 50 attackers faced little resistance as they swarmed
into the police station, going from room to room and throwing hand grenades,
according to a police officer who was in the station when it happened. Few police
were present at the time, he said.
The attackers, shouting "Allahu Akbar" — "God
is great" — freed around 100 prisoners, the officer said on condition of
anonymity. It was not known if the prisoners included suspected members of the
anti-U.S. insurgency.
The gunmen also attacked the nearby, heavily barricaded
compound of the Iraqi Civil Defense Corps that Abizaid visited Thursday. Iraqi
security forces traded fire with the attackers for a half hour in the streets,
taking cover behind concrete blocks amid a hail of gunfire.
No American forces could be seen. The U.S. command has said
American troops could be quickly dispatched to trouble spots to help Iraqi
forces as America hands over security to the Iraqis.
But the manner in which the attackers gained entry to
the police station and roamed through the halls without resistance raises
questions about the preparedness of some Iraqi units to assume such
responsibility. After the Thursday attack, Abizaid said of the Iraqi civil
defense unit: "Obviously they are not fully trained. They're not
ready."
Abdul Hamid al-Janabi, a security official at Fallujah
hospital, said at least 18 police and civilians were killed, along with two
attackers.
Of the 30 wounded, most were policemen, though two women and
a child were among the injured, al-Janabi said. Two wounded attackers brought
to the hospital were arrested, he said.
Fallujah, 36 miles west of Baghdad, lies in the so-called
Sunni Triangle, the heartland of the guerrilla campaign against the U.S.-led
occupation. Supporters of the ousted regime of Saddam and foreign
fighters are thought to be leading the insurgency.
On Friday, Abizaid told The Associated Press that Iraqis must
depend less on the U.S. military, even if that means a bigger risk of violence
in coming months.
"We have to take risk to a certain extent, by taking our
hands off the controls," he said. "It's their country, it's their
future. Our job is to help them help themselves."
Anti-American forces have increased attacks against U.S. and
Iraqi targets in recent weeks, apparently in an attempt to wreck U.S. plans to
transfer power to Iraqis on June 30 and hand security duties over to the
Iraqis.
The transfer plans also have been shaken politically, with
changes demanded by Iraq (news
- web
sites)'s most influential cleric, Grand Ayatollah Ali al-Husseini
al-Sistani.
On Friday, the United Nations (news
- web
sites)' special envoy to Iraq, Lakhdar Brahimi, wrapped up a weeklong
mission requested by Washington as it seeks a resolution to the impasse.
Brahimi's spokesman agreed with the United States that it
would be hard to organize a vote before the June 30 deadline to hand power to
the Iraqis, but he said major changes will be needed in the U.S. formula for
creating the next Iraqi government.
Criticism of the American plan also has increased among
members of the U.S.-appointed Governing Council.
Ahmad Chalabi, a Shiite council member, insisted that
elections were possible before the planned power transfer.
During an interview on Al-Jazeera, Chalabi, a council member,
said, "We think elections are possible before June 30."
"We insist on the power transfer (by the end of June)
and that sovereignty should be handed over to an elected body that represents
the opinions of the people of Iraq," Chalabi said.
Brahimi said he would report to U.N. Secretary-General Kofi
Annan (news
- web
sites) next week and that Annan would make recommendations on how to move
forward.
A spokesman for Brahimi said al-Sistani's demand for
nationwide balloting probably would be too difficult to pull off by July in
strife-ridden Iraq.
"The time between now and June is very short and that
makes it unlikely that you can put mechanisms in place," U.N. spokesman
Ahmad Fawzi told The Associated Press. "The elections don't have to happen
before then."
If Annan's recommendation mirrors that view, it could
persuade al-Sistani, who has enormous influence among Iraq's majority Shiites,
to back off his demands for early elections. But Brahimi's comments could open
a new round of wrangling over the best way to pick the Iraqi government
scheduled to take power June 30.
The United States argues that security concerns and lack of
preparations make quick elections impossible and instead wants regional
caucuses to select a provisional legislature. Lawmakers would, in turn, pick a
government to rule until elections in 2005. Al-Sistani said a government based
on the caucuses would be "illegitimate."
U.S. officials have said they are open to changes in the
caucus system but have not said how far they are willing to go. Some Iraqi
officials fear the Americans could manipulate caucuses to produce a legislature
not truly representative of the Iraqi people.
In Washington, State Department spokesman Richard Boucher
denied any suggestion the United States is backing away from its proposal.
"The caucus proposal is definitely on the table,"
Boucher said Friday. "That's what we and the Governing Council have
committed to."
* * *
Tarih: Aralık 2016
İtiraf: John Nixon, eski CIA ajanı.
Özet: Saddam yalan söylemedi.
Detay: 'Başkanı Sorgulama: Saddam Hüseyin'in sorgusu' kitabı.
Tarih: Aralık 2016
İtiraf: John Nixon, eski CIA ajanı.
Özet: Saddam yalan söylemedi.
Detay: 'Başkanı Sorgulama: Saddam Hüseyin'in sorgusu' kitabı.
Tarih: Aralık 2016
Öneri: Donald Trump, ABD başbakanı (20 Ocak 2017 itibarıyla)
Özet: Silahlanma savaşı başlasın.
Detay: Diken Gazetesi, CNN, Huffington Post.
Özet: Silahlanma savaşı başlasın.
Detay: Diken Gazetesi, CNN, Huffington Post.
* * *
Bazı Filmler; 'smart and sinful' temasında gerçek-düşler
Naked (1993)
The Sunset Limited (2011)
The Sunset Limited (2011)
Novaya Zemlya (2008)
El Empleo (2008)
Virgin Mountain (2015)
High-Rise (2016)
Virgin Mountain (2015)
High-Rise (2016)
* * *
Düşler ve
Gerçekler
Lanetler
yağdırmak, öç almak, ve hatta yok etmek istediğin o geçmişi bir dolunay gecesi
altına almak ve karanlıklar arasında parıldayan yolda uzun kanlı tırnakları
sırtını yırtarken orgazm olmak gizlice... Suçlanmışlığın derbeder ezikliğinde
düğmeleri kırık bir palto ve altında küflenmiş kabukların kapladığı sanki
asırlardır unutulmuş bir et yığınını taşımak zorunda kalmak... Avuçlarının
içinde sımsıkı yarım şişe şarap, biraz peynir, sekiz zeytin, üç zeytin
çekirdeği, cebinde koklamaya kıyamadığın birkaç meyve. Ekmek yok. Mırıldanırken
bir şarkı yüzünde derinleşen çizgileri hissetmek... Aranılmazlığın ızdırabı,
anıları damarlarında sahiplenmişliğin ızdırabı, yaşama sırt dönmüşlüğün
ızdırabı; düşlerde yaşamak yarınları; eski sevgileri ilahlaştırmanın
ızdırabı...
Güneş
kaybolurken ufuklarda başak tarlalarına koşmak ve durmaksızın koşmak. Yorulunca
oturup beklemek o treni. Beklemek umutla umursamadan bomboşluğunu istasyonun,
kocaman saati, ve geleceğini hikâyelerde bulan bir memuru. Tek tek saymak
saniyeleri, dakikaları; birden yılları birbirine karışmış bulmak düşüncelerin
uçurumunda. Alaylı bakışlar kahkahalara boğulunca kaçmak. Rayların, elektrik
direklerinin, ve tren düdüklerinin ulaşamayacağı uzaklıklara sahip çıkmak; bir
başına yalnızlıkları yok etmenin yengisini tatmak. Gülümseyebilmek kendince... Toprak
üzerine çökmek Güneş'le birlikte. Sessizce okşamak kara dokuyu. Üstüne yatmak
arsızca. Yalamak, ısırmak ve doyasıya yemek toprağı. Ağzında eridikçe,
çamurlaşmış solucanların sevgi dolu iniltilerine eşlik etmek. Yeniden Aşk'ı
hissetmek, ansızın, seni tahrik ettikçe binlerce sevgi dolu hayvancık...
Birdenbire
kusmak tüm geçmişi. Kollar ve bacaklar, gözler, ve iki kalp paramparça düşerken
sofraya ağlamak sular gibi. Kafanı duvarlara vurmak, ve bıçaklamak
cinselliğini. Koskoca iki tabağı dolduran o ziyafeti tek başına yemek zorunda
kalmak. Yedikçe kusmak her seferinde, daha kan dolu, için parçalandıkça acıyla, nefret dolu, ölüm
kokusu sardıkça geniş yüksek salonu.
Kapıların
kilitlendiğini hissetmeden ağır ağır sindirmek yediklerini. Portmantodan kırık
düğmeli paltonu almak. Meyveleri soymak. Sonra yarım şişe şarap ile diğer
hepsini terkettiğin sofraya atmak. Paltonu fırlatmak. İç çamaşırlarını
fırlatmak. Jartiyerini, topuklu ayakkabılarını fırlatmak. Kabuklarını doyasıya sökmek iğrenç vücudundan, ve tüm
kokuşmuşluğunu terk etmek arkandaki kanlı sofraya... Çıplaklığın temizliğini
hissetmek ve kapıya el atmak dışarıda seni kucaklayacak yepyeni dünya için.
Sarsılmak, titremek korku ile ilk kez o an. Sonrasında bir kez daha gülümsemek
çaresizce. Kabullenmek kaderi ve tüm suçların günahını. Zamanın
ding-donglarında, düşünde bir tren istasyonu, sağır olmak yalnızlığın hapsinde,
halbuki olabildiğince masum bir görüntüde...
/ Ocak 1990
* *
Telif Hakları
“Benim öğretimde, eğer duymak
istediğiniz kelime buysa, telif hakkı diye birşey yoktur. Tüm bunları çoğaltma,
dağıtma, yorumlama, yerme, bozma, çarpıtma, her ne yapmak istiyorsanız, hatta
üzerinde hak iddia etme hakkına sahipsiniz, benim iznimi veya her hangi bir
başkasının iznini almadan , sormadan…”
Krishnamurti, Güney Hindistan’da, Mandanapalle’de 12
Mayıs 1895’de dünyaya geldi. 17 Şubat 1986’da Ojai, California’da doksan
yaşında öldü.
Aşağıda kendi seminerlerinden ve not defterinden
bölümler yer almaktadır.
“Sizler Allah’a inanıyorsunuz;
öbürleri Allah’a inanmıyor. Demek inançlarınız sizleri birbirinden ayırıyor. Dünya
inançlara göre yapılanmış; Hinduizm, Budizm,Hıristiyanlık… Demek, insan insandan bölünmüş.
Kafamız karışıyor. Sanıyoruz ki inancımızla bu
karmaşayı (confusion) ortadan
kaldırabileceğiz. İnançlarımız, karmaşanın üzerini kaplıyor ve böylelikle
karmaşanın yok olacağını umuyoruz. Fakat inanç sadece karmaşadan bir kaçıştır.
bizleri karmaşayla yüz yüze getirmez, onu anlamamızı sağlamaz; ondan kaçmamıza
yardımcı olur. Karmaşayı anlamak için gerekli olan inanç değildir. İnanç sadece
kendimiz ve problemlerimiz arasında bir perdedir. Demek ki, bir tür inanç
yapılandırması olarak din, karmaşa gerçeğini yok sayıp, bir kaçış aracı
olabiliyor.
Allah’a inanan insan, bundan sonrasına inan insan, veya
başka yapıda her hangi bir inancı olan insan kendi gerçeğinden kaçıyor. Allah’a
inanıp, puja yapıp, bazı şarkı ve kelimeleri sürekli tekrarlayıp, aynı zamanda
günlük hayatında baskıcı, zalim, hırslı, sahtekar, ve namussuz olan insanları
tanımıyor musunuz? Bunlar Allah’ı bulabilecekler mi? Gerçekten Allah’ı mı
arıyorlar? Tekrarlanan kelimelerle, inançla Allah bulunabilir mi? Ama bu
insanlar Allah’ın adını sürekli ağızlarına alıyor, hergün ibadet etmeye
gidiyorlar. Kendi gerçeklerinden kaçınacak herşeyi yapıyorlar, ve sizler bu
insanları saygın kabul ediyorsunuz, çünkü sizler de onlardansınız.“
Yukarıdaki mesaj
rahatsız edici görünebilir. Ancak Krishnamurti’nin söylemek istediği, insanın Allah’a karşı gösterdiği dışavurumcu
tavırdan önce, kendi özgürlüğü ve benliği konusunda ısrarcı olması
gerektiğidir. Çünkü asıl olan özgürlüktür ve önde gelen gerçek insanın ta
kendisidir.
1929
yılında Belçika’da yapmış olduğu konuşma birçok açıdan önem taşır. Kendisinden
yüzyılın mesihi olmasını bekleyen, bu yolda tüm eğitimini sağlayan ve
sonrasında önder ilan eden Theosophical topluluğunun tüm kurallarıyla birlikte artık
bir hükmünün kalmadığını açıklamış ve grubun dağılmasını önermiştir. Bu
açıklama, çocukluğundan beri onu adım adım izleyen, mesihlik ilanı gününü
bekleyen topluluk kurucusu ve başkanı Annie Besant için tam bir yıkım olmuştur.
Krishnamurti’nin çok yorgun olduğunu ve ne yaptığını bilmediğini söylemiştir.
Krishnamurti’nin topluluktan kopuşu sonrası, dünya medyası onunla ve derin
gerçeği ile uzun yıllar artık ilgilenmeyecektir !
İkinci
Dünya Savaşı yıllarında California - Ojai’de sessiz kalan Krishnamurti zaman
zaman sosyal toplantılara katılıyordu. Bu toplantılar her zaman çok ciddi olmak
zorunda değildi. Bir defasında dönemin tanınmış isimleri ile birlikte bir
piknik için Los Angeles nehrinde buluştular: Aldous Huxley ve ilk eşi Maria,
Greta Garbo, Charlie Chaplin ve güzel eşi Paulette Goddard, Bertrand Russell ve
Christopher Isherwood… Gerek farkı kişilikte giyim tarzları ve gerek
neşeli tavırlarıyla topluluk sanki “Alis Harikalar Diyarında” havasındaydı.
Garbo bir sürü taze sebze getirmişti. Goddard şampanya ve havyar getirmişti.
Krishnamurti hint pirinci pişirmişti. Yemeklerini hazırlama aşamasında, ansızın
karşılarında bir polis memuru belirir: “Sizler, ne yaptığınızı sanıyorsunuz
burada?”. Ani sessizlik. Memurun yanına bir hışımla sonradan gelen şerif
tabancasını Huxley’e doğrultup, “Okumanız yok mu? “ diyerek az ötedeki “Geçmek
Yasaktır” tabelasını gösterir. Huxley
şeriften nazikçe özür dileyip, bulundukları yeri eskisinden de temiz bir
şekilde bırakacakları konusunda söz verir. Şerif daha da hiddetlenir ve alanı
derhal terketmelerini söyler. Huxley bu tavır karşısında, şerifi biraz
yumuşatabileceği düşüncesiyle, Charlie Chaplin ve Greta Garbo’yu hatırlatmayı
dener. Bunu hisseden şerif homurdanarak, “buna hiç gerek yok, yıldızları
sinemadan tanıyorum ama bu halleriyle hiçbiri kendine yakışmıyor. Burayı hemen
terkedin serseriler – yoksa hepinizi tutuklayacağım” deyince, hepsi bir söz
daha söylemeden kaçıverirler oradan.
Krishnamurti, gerçeği yolu olmayan bir kara olarak betimler. İnsanın gerçeğe ulaşmak için ne bir organizasyon, inanç, iman, dogma veya dinsel tören, ne de felsefi bilgi veya psikolojik tekniklere ihtiyacı vardır. Onu kendi aklında yer alan bilgiyi anlayarak ve algıladıklarıyla bulmalıdır. “İnsan kendi içinde oluşturuduğu dinsel, siyasi ve kişisel şekillerle (imajlarla) kendini güvende sağlamayı hedefler. Bunlar sembollerle, fikirlerle ve inançla kendini ortaya koyar. Bunların ağırlığı kişinin düşünmesi, çevresiyle ilişkisi ve günlük hayatına ağırlığı koyar. Bu şekiller günlük hayatta insanı insandan uzaklaştıran en önemli etkendirler. Kişi kafasında oluşturduğu bu kavramlarla tüm hayat algılamasını da şekillendirir hale gelir.
Kişi bilincinin içeriği onun tüm oluşumudur. Bu içerik tüm insanlık için vardır. Bireysellik, kişinin gelenekleri ve çevresinden edindiklerine verilen isim, yapı ve yüzeysel kültürdür. Kişinin tekilliği bu yüzeysel yaklaşımda değil, bilincinde yer alan tüm içerikten kurtuluşunda, özgürlüğünde yatar. Özgürlük bir tepki değildir; bir tercih de değildir. Özgürlük kuralı olmayan, içinde korku veya ödül barındırmayan salt bir gözlemlemedir. Özgürlüğün bir şekli yoktur; insan evrimleşmesinin sonunda değil, varoluşunun hemen ilk adımında yer alır.
Gözlem yapan kişi özgürlüğün eksikliğini keşfetmeye başlar. Özgürlük bizlerin seçemediğimiz günlük hayatımız ve etkinliklerimiz gerçeği içinde gizlidir. Düşünce zamandır. Düşünce, zaman ve geçmişe bağlı olarak, deneyim ve bilgiden doğar. Zaman insanın psikolojik düşmanıdır. Hareketlerimiz bilgiye göre yapılır, ve dolayısıyla zamana. Demek ki insan geçmişin bir kölesi. Düşünce daima sınırlı ve bizler sürekli bir mücadele ve kava içinde yaşıyoruz. Psikolojik evrimleşme yok.
İnsan kendi düşüncelerinin hareketini farkına vardığı zaman, “düşünen” ve “düşünce”, “gözlem” ve “gözlemleyen”, “deneyim” ve “deneyim yaşayan” arasındaki farkları görecektir. Bu ayrımın da sanal bir görüntü olduğunu keşfedecektir. Ancak bundan sonra, içinde geçmişin ve zamanın hiçbir gölgesinin bulunmadığı salt “gözlemi” yakalayabilir. Zamanı yok etmeyi başarmış bir akıl derin ve kalıcı bir başkalaşım yakalamıştır. Tümden bir karşı koyma, olumsuz tavır alma “olumlu” için esastır. Ancak düşüncelerimizin psikolojimize tüm taşıdıklarına karşı koyabildiğimizde aşk var olacakır; o da şefkat ve akıldır.”
“Every thought and feeling must flower for them to live and die. Flowering of everything in you, the ambition, the greed, the hate, the joy, the passion - there is their death and freedom. It is only in freedom that anything can flourish, not in suppression, in control and discipline, these only pervert, corrupt. Flowering and freedom is goodness and all virtue".
* *
1910 – 1987 yılları arasında yaşamış olan Ekrem Zeki Ün Türk müzik tarihinde hem besteleri hem de yetiştirdiği öğrenciler açısından önemli yer tutar. İstiklal Marşı’mızın bestecisi Osman Zeki Üngör’ün oğlu olması onu genç yaşta müzikle dolu bir hayatın içine sokmuştur.
Öğrencilere karşı görünen katı disiplin ve tutumunu kendinede uygulamış; her yeni yapıtında kendini yenilemeyi amaşlarken bir önceki eserlerini sert şekilde eleştirmiştir. Orta öğrenimi sırasında devlet bursuyla Paris’e gönderilmiştir. Ecole Normale de Musique’de Line Talluel, Marcel Chailley ve Jacqyes Thibaund ile keman, L. Laurant ve Alexander Cellier ile armoni çalışma fırsatı bulmuştur. Paris’teki son yıllarında Georges Dandolet’ten kompozisyon dersleri almıştır. 1930 yılında Türkiye’e dönmüş ve hayatının büyük bölümünde konservatuar, ortaokul ve liselerde eğitmenlik yapmıştır. Fransa’da görmüş olduğu eğitimi öğrencilerine aktarma konusunda büyük çabalar göstermiş, konuyla ilgili farklı kitaplar yazarak metotlarını geniş kitlelere yaymıştır.
1938’de piyanist Verda Ün ile evlenmiştir.
Fransa’da öğrenciyken besteler yapmaya başlayan Ekrem Zeki Ün, ilk yıllarda izlenimciliğin etkisindedir. Daha sonra Henri Bergson’un felsefesine yakınlık göstermiş, 1934 yılından sonra ise makamsal müziğimizden yararlanmıştır. Besteciliğinin son dönemi kabul edilen 1965 sonrası yapıtlarında “doğu mistisizmi”ne özgün bir yaklaşım getirmiştir.
Ekrem Zeki Ün’ün yapıtlarının yayın ve seslendirme hakları ailesindedir.
1933 yılında bestelediği “Yunus’un Mezarında” adlı eserini çalarken flütü biraz ney gibi düşünürüm. Birlikte müzik çalışmaları yaptığım, Preklasik Oda Müziği Topluluğu’nun kurucusu Dr. Musa Albukrek’in ve flüt hocam Nazım Acar’ın da öğretmeni olan Ekrem Zeki Ün’ü çok sevdiğim ve saydığım bu kişilerden dinlemek kadar, onun öğretisiyle müzik yapan bu kişilerle çalışmak bana daima büyük haz ve mutluluk kaynağı olmuştur. Geçtiğimiz yıl yapmış olduğumuz CD kaydında yer alan “Yunus …” için İrlanda’da ikamet eden Verda Hanım’a bir telif hakkı ödemediğimizi söylemenin şimdi yeri midir, bilmem…
/ Nisan 1996
* * *
Beklemek bir ufka karşı bıkmadan
Düşünmek yapılan tüm haksızlıkları
Hatırlamak güzel geçmişleri
Özlemek eski sevgileri,
Biraz kendine acımak bu arada
Yazılar okumak ve sonra yine yazmak.
Çiçekleri unutmak
Keçiyi, köpeği aç bırakmak
Komşunun çağrısına kulak tıkamak
Akıp giden zamana cömertçe yol vermek,
Cansız hayatlara gülümsemek
Mutluluk demek bu çorak sessizliğe.
Sonra tel tel beyazlaştıkça saçların
Geç kalmak tüm teptiklerin için,
Bir sabah uyandığında sevgili dünlerinle başbaşa
Yarınların gülümseyişi uzaklarda alaylı bir düş
Elveda diyemeden
Ansızın sonuna gelmek...
/ 16 Eylül 1995
Düşünmek yapılan tüm haksızlıkları
Hatırlamak güzel geçmişleri
Özlemek eski sevgileri,
Biraz kendine acımak bu arada
Yazılar okumak ve sonra yine yazmak.
Çiçekleri unutmak
Keçiyi, köpeği aç bırakmak
Komşunun çağrısına kulak tıkamak
Akıp giden zamana cömertçe yol vermek,
Cansız hayatlara gülümsemek
Mutluluk demek bu çorak sessizliğe.
Sonra tel tel beyazlaştıkça saçların
Geç kalmak tüm teptiklerin için,
Bir sabah uyandığında sevgili dünlerinle başbaşa
Yarınların gülümseyişi uzaklarda alaylı bir düş
Elveda diyemeden
Ansızın sonuna gelmek...
/ 16 Eylül 1995