Abrakadabra


Aramice'de, "söylediğim gibi yaratacağım" anlamına gelen "avra kedabra" ifadesinden türediği düşünülüyor. Sözcüğün Aramice'den geldiğini iddia eden bir başka görüşe göre, "abhadda kedhabhra" anlamı 'bu dünya gibi yok ol' demek ve hastalıkların iyileştirilmesinde kullanılıyor.

"Söylediğim gibi yaratacağım" anlamını asıl kabul edersek, bu bir "proje" olabilir:

1. Yaşam enerjilerimiz yükseldikçe, iddialı bir şekilde ve aniden ortaya çıkar proje.

2. Proje bireysel olarak veya bir grup çalışması esasında tanımlanır. Hızla hedeflenir. Hedeflerin  başında (ve her yanında) çoğu kez para veya şöhret vardır. Başka şeylerin varlığı külfet tablosunda yer alır.

3. Süre geçtikçe (günlük malum sorunlar eşliğinde) sözü edilen projelerin %99'u yavaş bir sönüş içinde unutulur; yeni projeler filizlenir. Onlar da aynı sürece tabidir.

4. Proje ifadesi tüm geçmiş projelendirilememelere rağmen kullanılmaya devam eder. Heyecan, umut ve mutluluk bağlanır. Şiir okumayanlar için, alternatif bir kalkınmadır sanki.

Tüm bu gerçekler ötesinde, farklı tür projeler de olabilir; olmuştur da daima. Bu farklı projelere farklı adlar yakıştırmak mümkündür. Örneğin, atonal proje ("atonal projecting", bunu ayrı bir sayfada ele alalım. İngilizce olarak düşünürsek, uzun yıllar önce Amerika'nın terkedilmiş bir şehrinde bana proje yönetimi derslerimi veren İran asıllı hocam da yorum yapabilir) veya en basit ifadesiyle masal.

Masal olarak tasarlanan, biçimlenen ve yürütülen çalışmalar, birer proje olsalar da, tanımları gereği ciddiye alınmazlar (hoşluğundan kuşku duymadığımız birçok proje halbuki birer masal olarak başlamışlardır). Masal içinde cinler, periler, deliler, büyücüler, canavarlar ve hatta hortlaklar yer alabilir. Böylesi bir proje nasıl ciddiye alınabilir? Ciddiye alanlar ve almayanlar ayrıldığında, yoldaki kırmızı başlıklı kızlar kadar, haramilerin de kimler olabileceğini tahmin edebiliriz artık...

Toprak Ana Projesi

Yer altından (12 sene önce 12 metre ile başlayıp derinliği 200 metreye ulaşabilen ve sanayi atıkları sebebiyle artık temiz su bulunamayan) derin kuyulardan çekilen sularla kirlenen, sonra üstüne püskürtülen onlarca tip (merak etmeyin tek elden üretim çok yakın) kimyasalın tortusunda, bu kirliliğin prime-time ödüllü reklamlar ve türlü imaj çalışmaları (bu konuda doktoralı akademisyenler bile var) ile süslendiği, "e" (koskoca Avrupa'nın onayladığı bir "e") koruyucu katkı maddeleri ile zenginleştirilen, genetiği yabancı evlilikler meselesine sorunsuz bakan ilişkilerde, makinaların civcive, tohumun mikroskoplara bulaştığı ("İçeri Köylü Giremez!" ibareli) kozmik odalarda üretilen nefis kokulu yemekler ve içecekler dünyası... Bu, işin gerçek olan kısmı (yanlış anlaşılmasın, 'zoraki gerçek' yani)!

Bu gerçeğin oldukça gerisinde, veya berisinde, karlı bir dağın eteğinde seyrediyoruz olup biteni.

İşte, tam bir masal diyarındayız. Bundan sonraki anlatacaklarımıza ister inanın ister inanmayın. Çıktık bir kez yola. Bir zamanlar, bir varmış bir yokmuş hesabı.


Masalımızda (proje usulüne uygun olarak) önce anahtar kelimeleri aklımızdan geçirelim. Alt alta yazalım. Sonra yorumsuz bırakalım. Birlikte üzerinde düşünmek ve konuşmak için. Yorum ve tanımlar kelimelerin büyülü dinamizmini renksizleştirir. Masalımıza yakışmaz.

Ekosistem
Kültür
Yürekli insanlar
Köy
Küçük üretici
Yerel tohum
Doğa dostu tarım
Dağınık üretim bulutu
Katılımcı Onay Sistemi (KOS)
Yerel ekonomi
Eko-rasyonalizm
Etik kazanç
Sağlıklı beslenme
Mutlu köy
Mutlu toplum

Anahtar kelimelerimizin anlamları ve kendileri de zaman içinde yeniden yapılanabilir; yenilenmesi gerekebilir. Çünkü metinler (text) de, doğa gibi, insan gibi yaşamalı, dönüşebilmeli koşulların dürtüsünde.

Modern teknolojinin iyiye hizmet etmesi de masalımızın konuları içinde var. Yazılım ve web bilimlerinin yolumuza araç olmalarına karşı değiliz.

Yuvarlak masaları seviyoruz.

SWOT analiz yapmak projelerin diğer vazgeçilmez geleneği. Gerekiyorsa yaparız ki eksik düşünmeyelim (öyle demesinler).

Stratejik hedefler masalın büyülü lambasında bir hayal de olabilir. Ama bu coşkunun paylaşımında meselemiz sadece patlıcan, peynir, pekmez satmak değil ki... Toplumsal mutluluk diye bir anahtar varsa, bu çok boyutlu matris içinde bizim kırsalda ve şehirde dokunabileceğimiz bir çok değer daha var. Kısmen dokunduk da.

Henüz dokunmadığımız, dokunamadığımız, isim hakkıyla birlikte popülerleşme ivmesi yüksek bir kavram var: Permakültür.

Bilirsiniz bir fikrin yaratıcıları ve o fikrin savunucuları, çoğumuzun bilmediği kadar, birbirlerinden uzak olurlar yolun ilerleyen kıvrımlarında. Dini tarikatlardan, spiritüel kavramlara kadar onlarca örnek vermek mümkün. Hassas ve buzlu bir mesele, neresinden çatlayacağı belli olmaz. Ama permakültürün yeni bir icatmışçasına sunulması (ülkemizde önceleri İngilizce olarak, dolar bazında, sertifikalı) ve öğrencilerinin elit şehirli gruplar olması çok sıcak duygular vermemişti bana. Doğa, insan ve onları sarmalayan bir sürü değerden bahseden permakültürün neden köy ve köylüyü hedef kitle olarak benimsemediğini düşünmek gerek. Hedef kitle, ne korkunç bir tanım!..

Tanımak dokunmaktır.

Şehir ve kır temelli toplum yapılarının bir arada yapılanması veya dönüşümü projemiz içinde kritik bir süreç. İletişim, lojistik, tanıtım, bilgilendirme her koşul ve zamanın gerçeği. Biz de en iyisini yapmak istiyoruz (iddialı olmadan, en iyisi). Eğer etik kazanç ise amaçlarımızdan birisi, kalite kriterlerinin tanımlanması bir masal içinde bile olsak, ortak anlayışla, kabul görmeli.

Soğuk bir kış akşamı. Sobanın duvarları ısıtmayıp, odayı hafifçe ılıklaştırmayı deneyimlediği bir günde bu kadar yazabildim. Devam edeceğim. 

Cem, 13 Aralık 2013, Cuma.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Henüz taşınamadığım taş evde akşam. Güneş batalı 1.5 saat olmuş. Soba yanınca gürül gürül, keyfimiz yerine geliyor. Bir başıma gibi gözüksem de, burnum, parmaklarım, ayaklarım, dudaklarım ve yüzüm, her biri, ayrı birer kişilikmişçesine keyif alıyoruz sıcaktan (soğuk kış akşamına ve hatta, iyice boşaltılmış Beşik evine inat). Sobanın üstünde dizili mandalina kabukları da hoş kokar bu mevsim. Dolunay veya diğer adıyla, Işıklar Prensi de bahçeden bize bakıyor. Cesur nerede bilmiyorum. Barış da yok, ben şehirden döneli. Üç kaz Beşik'teler. İçtimalarda en ciddi ekip sadece kazlardan oluşuyor. Sabah ve akşam öğünlerinde buğday alırlar; ödülleri standart da olsa onlar bunu her seferinde aynı coşkuyla kabul ediyorlar.

Sadece kazlar için değil, bizler için de gerekli gıdanın standardizasyonu. Biyoçeşitliliği ve kültürel zenginliği savunan biri için, sanki ne büyük bir çelişki...

Eğer taze sebze ve meyveler grubunu dışarda bırakırsak (yerel tohumlar meselesi üzerine, bir sabah söyleşisinin ardından, Açık Radyo'da 77 program yapmıştım) ve kendi mutfağımızda her türlü yaratıcılığımızı da saymazsak, diğer gıdalar (yani satın aldığımız mamul ürünler) satışa çıkış itibarıyla standart olmalı. Gıdanın endüstrileşmesi karşısında, alternatif çözümler arayan bizlere "standardizasyon" kelimesi, biliyorum, kulağa hiç de hoş gelmiyor. Ama bunu göze alarak, devam edelim.

Gıdanın özellikleri arasında, (diğer) önceliklerimi sıralamak isterim:

Sağlık (hijyen ve ötesi)
Üretici (Kimdir? Nerede üretir? Nasıl üretir? Tanıdıklarınız var mı?)
Fiyat (en düşük fiyatı aramak yerine, hakkını talep eden fiyat anlayışı)
Tazelik
Lezzet (kültürel değerler ve civarı)
Görünüm
Dayanıklılık

Varsayalım söz konusu ürün, "Domates Salçası" olsun. Ve yine varsayalım, ürünümüz yukardaki tüm parametreleri başarıyla geçmiş olsun. Her seferinde bu özelliklerin standart olmasını tercih etmez miyiz? Mc Donald's veya Cola gibi küresel anlamda standart değil ama, küçük bölgelere ait reçeteler anlamında, evet.

Standart olmadıkça ürünün kalitesinden bahsetmek güç. Karanlıkta bile parlayan fosforlu bilmem ne kutusu (içindekinin neredeyse önemi yok artık), kahvenin yanında bol damla sakızlı promosyon hediyeler, Sirkeci'den kokusu Galata'ya erişen kokoreççinin o günkü ayran ikramı gibi farklı sürprizlerle karşılaşmak zaman zaman hoş da olsa, yaşam bu hayaller üzerine kurulamaz.

Varsayalım, "Domates Salçası" ürünümüz standart olsun. Şimdi asıl analiz süreci başlıyor (bkz: gıdanın yukardaki özellikler listesi, satır no: 2). Sonra diğer satırlara bakınız. Bakmakla geçen hayatımızın biraz daha heyecanlı olmasını kim istemez? Dağlar, yaylalar, dereler, ovalar arasında acaba nasıl üretiliyor benim domates salçam?

Eğer söz konusu "Domates Salçası" endüstriyel bir marka ise, şüphemiz yok ki, yaramaz laboratuvar tohumlarının bir hokus pokusudur koca kazanlarda sıkılan domatesler. Hijyendir. Ama, sağlığımıza fayda getirecek tek bir zerre bırakılmamıştır içinde. Birim alanda en çok miktarda elde edilen, verimi yüksek şampiyon domatesler daima dopinglidir. Bu dopingin sterilizasyonu sürecinde şampiyon domateste yaşam tamamen biter. Bu kez katkılar ordusu yola çıkarılır. Mineral + Vitamin takviyeleriyle, ne eksik ne fazla kıpkırmızı renk, koku ve süper fiyatlarla ürün yerini alır, "e" katkılı, adına yakışır market raflarında. Standarttır.

Eğer "Domates Salçası" geleneksel yöntemlerle köyde, köylü tarafından, izin veya kontrol olmadan üretilen bir ürünse, yarattığı romantizmin şiirsel motiflerine rağmen, şüphemiz olabilir ki, standart olmayabilir. Önce madem köylüden alıyoruz, şunu ümit ederiz: bu domateslerde sadece kemire (hayvan gübresi) vardır, suni gübre toprağına değmemiştir. Hiç bir kimyasal ilaç kullanılmamıştır. Ümitlerimizin devamında,  domatesin toplandıktan sonra bekleme alanı, kazanlarda ne süre içinde kaynatıldığı, kavanozların konserve süreçleri hakkında pek bilgimiz olmaz. Köylü pazarında tanıdıklarımızdan almayı tercih ederiz bu yüzden ürünümüzü. Sevgiyle yapılan ürüne güveniriz. Standart kalitede olabilmesinde önemli bir adım üretim izni alınması ile mümkün; Beşik Köyü'nde yaptığımız gibi.



Gıda da, insanoğlu gibi seyahat etmeyi, yeni yerler görmeyi, yeni insanlar tanımayı, onlarla zaman geçirmeyi sever. Uzun süren seyahatler sonunda, yine insan gibi, evine döndüğünde derin bir "oh" çeker. Gıda mamul ürünlerinin son 50 yılda yaşadığı serüven öylesine umulmadık manevralara sahne olmuştur ki, dünyanın gelişmiş ülkelerinin gelişmiş insanları umulmadık şekilde kilo almış, alerjilerle tanışmış, kanser vakalarının artan oranda sahipleri haline gelmişlerdir. Bu ani zıplamaların kontrol ve sertifikasyon kurumlarınca kontrol ve zapturapt altına alınması mümkün olmamıştır (bkz: ciğeri kediye emanet etmek). Şimdilerde arayış yönü yeniden en başa kayıyor. Özellikle modern gıda bombardımanına maruz kalan toplumlar yeniden basit, izlenebilir, iddiasız ve temiz gıda ürünlerini tercih ediyorlar. Evlerinde ev yapımı sofralar için.

Köy doğru başlangıç coğrafyası. Kemoterapi süreci ise yanlış bir sonun umuda dönüş operasyonu. Bu iki nokta arasındaki çizgiden ibaret olmayabilir kaderimiz. Karmaşık ve kandırmacalı bir dünyanın (yer altı dünyası da dahil) stereogramları ("şaşı bak şaşır") bize doğru yönü işaret etmiyor. Özellikle yanar döner ışıklı tabelalar.

Doğru başlangıç coğrafyalarının mutlu kalması, temiz kalması ve huzurun ezici kalabalıklara dönüşmemesi için, usulca düş kuranlar el ele verirler. Okudukları diğer masalları birbirlerine fısıldarlar.

Sonra... Sonra, sessizce yemek. Sessizce şükretmek doğaya, tohuma ve üreticisine. Sofranın bereketi, elbet, ta uzaklarda başlıyor. O uzakları sadece hayal etmek yerine, görmek, konuşmak ve yaşamak... İzin verin: Işıklar Prensi pencerenizden içeri süzülsün bu gece.

Cem, 14 Aralık 2013, Cumartesi.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Çocuk olsaydık, masalın bir büyüğümüz (ilk tercih anneanneler midir?) tarafından anlatılmasını isterdik. Sobada kestane kebap da olabilirdi. Bekleyen okul derslerini hatırlamak, o yıllarda, sonsuz keyif duygusunun uğradığı en büyük kesintiydi.

Büyüdük. Masal seviyoruz ki burada buluşmuşuz. Masalı her birimiz anlattığı zaman, bu işin en avantajlı kısmı sırasını devredenin sobada pişen kestane kebapları rahatça yiyebilmesidir. Anneannelerimiz hiç yememişti (şimdi farketmiş olmamız, ne yazık ki çok geç).

Yuvarlak masa demiştik. İşte o masada, masal.

Masalın adı şimdilik Toprak Ana. Doğurgan, şefkatli, temiz ve bereketli. Koruyucu da. Öylesine yürekli ki gücü hepimizi beslemeye yetiyor. Yeter ki kalbini kırmayalım. Mevsimler değişiyor; her koşulda (hatta biz insanlara rağmen) kararlılığı hep şaşırtmıştır. Ağaçlarını, derelerini ve ovalarını bembeyaz karlar da kaplasa, yumuşak dokunuşlarda okşar canlılarını. İklim değişikliği bile vız geliyor; bilmediğimiz öylesine çok uyumlanma becerisine sahip ki...

Köyün bacalarından tüten dumanda çorba kokusu var. Tarhana mı acaba? Toprak fırınlarda pişen ekmeğin kokusu da karışıyor havaya. Dağdan inen keskin soğuk lezzetle yalıyor köyü. Tavuklar uykuya çekilmiş. Sessiz geceye eşlik eden Işıklar Prensi, dolunay.

Masal başladığında henüz İstanbul'da oturuyordum. Üfleyip püfleyen bir yapım olduğu söylenirdi. Zira yaptıklarımın ne anlama geldiğini bir türlü kavrayamamıştım. Bu anlamlandıramama durumu sanırım son 20 yıllık bir geçmişe sahipti. Sahipti diyorum, çünkü köye geldim geleli, üfleyip püflemek aklıma gelmiyor. O yıllar boyunca işe gittiğimde, yaptığım işin amacını ve faydasını anlamamıştım. İş dışında hoş zamanlarımızı eşimle birlikte değerlendirmeyi severdik. Sinema, konser, lokanta, arkadaş evi toplantılarında da anlam sorunu yaşamaktaydım. Koşturmaca vardı ama koşmuyorduk. Halbuki gençlik yıllarımda uzun mesafe koşardım. Koşturmanın en kötü tarafı, uzun yıllar süren bir bekleyiş olmasıydı. Evliliğimde çok mutlu yıllar geçti, ama bu mutluluğun temelinde ne işlerin, ne de diğer hoş-boş zamanların rolü yoktu. Zamanın geçişi içinde eşimin yanında olmak başlı başına güzeldi (nerede, ne yaptığımızla ilgilenmezdim). Şunu da atlamadan ifade edeyim: evde oturmak sevdiğim bir etkinlikti ama o, genel olarak, bir etkinlik olarak kabul görmezdi.

Masalın köy bölümünde Toprak Ana içinde, e-yönetici rolüne ek olarak aday köylü rolünü de üstlendim. İlk zamanlar eline keser, kazma, kürek almamış birinin yaşadığı her türlü acemiliği yaşadım. Buna rağmen, "yahu, ne işler aldık başımıza!" benzeri bir nida duygusuna yenik düşmedim. Ağaçların budanması, bakımı ve sulanması, doğal ilaç hazırlığı, hasat, ürünlerin paketlenip kargolanması, ev işleri, - akşamları da kahve sohbetleriyle birlikte, sakin bir akış içinde geliştiler (iş çok da olsa, bunlara koşturmaca diyemedim). Gelişen becerilerin, aramızda kalsın, en kıymetlisi bir başına da yaşayabilmekti. Bayramiç bölgesine benim gibi şehirden geçtiğimiz yıllar içinde gelen dostlarla zaman zaman buluşmak, çay veya ıhlamur içerek birkaç saat geçirmek, şehrin küllenen anıları gibi biraz hüzün tadı verebilirdi; ancak hüzün pek boş kalınca hissedilen bir duygu olsa gerek ki, henüz hüzün vermedi. Son derece keyifli olmakta, her seferinde.

Köyümüzde 2 mekân projesi masal içinde bir masal. Hangi masalın daha eğlendirici veya düşündürücü olacağını şu anda kestiremiyorum. Ama bu 2 mekânın bir yıl içinde olgunlaşmasını sağlayabilirsek, bahsedilen masal Ankara'dan da duyulabilir. O zaman geldiğinde masalın ciddi bir versiyonunu yazacağız. Ciddi olsak da, anlamlı bir fayda sağlayabileceğiz o günler geldiğinde. En anlamlı fayda, bundan sonra yaratacağımız mekânların da kolayca yasal kimlik kazanması olacak.
  

Üst resimde geçse de, bu yazıda ısrarla "sürdürülebilirlik" demiyorum; "elimizden geldiğince" demek daha gerçekçi görünüyor, bir masal içinde kaybolsak bile.

Yuvarlak masa demiştik. İşte o masada, masal asla bitmez. Siz sustuğunuzda yanı başınızdaki (poker soldan sağadır, masalda sıra nasıldır bilmem) devam eder anlatmaya... Anlatan her yeni kişi büyük bir keyif katar ve ancak bu şekilde, Toprak Ana yeşerir dağların eteğinde.

Cem, 15 Aralık 2013, Pazar.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------


Aklıma gelmişken, patatesle ilgili iki hikayeden bahsedeyim.

İlkini bilirsiniz: İrlanda'da büyük açlık. 1845'ler. Tek tip patatesin ucuz, ulaşılabilir halk gıdası haline gelmesi ve o tek tip patatese bulaşan bir hastalık sonrası ani yıkım. 1 milyon kişinin ölümü. Diğer 1 milyon yurttaşın göçü. İrlanda tarihinin bu kara sayfasında, diğer derin trajedi aynı dönemde İngiltere'ye, -halkın parasının yetmediği, tahıl ihracatının sürmüş olması. Korkunç açlığa rağmen, ekonomik büyüme modeli!

Patates'in ana vatanı Peru'da 4000 'e yakın patates çeşidi var. Bir zamanların İrlanda'sından çok daha şanslılar. Her türlü hastalık veya iklim değişikliğine karşı risk 4000'e bölünmüş. Buna rağmen Peru'lular önemli bir deney yaptılar geçtiğimiz senelerde. Patetesle ilgili ikinci hikayemiz bu: Dağlardaki açık laboratuvar. And dağları köylüleri patateslerinde, iklim değişikliği, sıcaklık artışları ve buna bağlı hastalıklarla mücadele ederken iki parametrede değişiklik yapmaya karar verdiler; yükseklik ve ekim zamanı. İki değişkenle yapılan deneyde, patateslerinin bir kısmını geleneksel koşullarda yetiştirmeye devam ederken, bir kısmı için 150 metre daha yükseğe çıktılar (ortalama 3000 metrenin üzerindeler) ve daha erken ekmeye başladılar. Bu iki değişikliğin olumlu neticelerini görmekten mutluydular. Ancak bir başka mesele vardı: 30 yıl daha iklim koşulları aynı şekilde değişmeye devam ederse, 150 metre daha çıkacak tarlaları yok o dağlarda.

Dağınık Üretim Bulutu

Masalımız tamamen doğa hakkında. Buna rağmen şimdi sözü edilen bulut, bilişimcilerin ifadelerinde kullandıkları bulut. Bu bulut yağmur olmaz, kar olmaz, gölge etmez. Bu bulut bir üretim- paylaşım-iletişim ağı sistemi. Yolumuz üzerinde başımıza türlü aksilikler gelebildiğinde sevdiklerimize artık cep telefonlarımızla haber veriyoruz: "Gecikiyorum".

Gıdanın geleceğinde bizi bekleyen sorunlara karşı çözüm ağı sistemimiz ne durumda? Patates örneğinden devam edelim. Türkiye'de de patateste sorun yaşadık. İç Anadolu'da, patates hastalığı (adına "kanser" demişti halkımız) sebebiyle geçmiş yıllarda ekim yasağı getirilmişti. Bu ve benzeri tarım ürünlerinde yaşanabilecek sorunlara karşı hazırlıklı olmak ve bu anlamda dağınık üretici ve üretim bulutu alt yapısı hazırlığı önem taşıyor.

Toprak Ana projemiz veya masalımız, başından beri bunu hedefledi. Bir merkezde üretimi çoğaltmak veya bir merkez depoda ürünleri yığmak yerine, her üreticiden isteyen herkesin adresine gönderi tercih edildi. Bunlar dijital-elektronik cihaz değiller ki, depolarda alıcı beklesin.



Masal ekibi, benzer gıdaların alternatif üreticilerini, farklı coğrafyalarda tanımak için yola çıkabilir. Tabi, hepsi temiz/doğa dostu üretim yapması koşuluyla. Böylelikle ürün talep edenler (tüketici dememeye çalışıyorum) en yakınlarındaki üreticileri seçerek, en kısa mesafeden en kısa sürede ürünlerine kavuşabilirler. Sadece ürün almakla kalmazlar, üreticileri rahatlıkla ziyaret ederler; üretim hakkında bilgi sahibi olurlar. Hatta, Katılımcı Onay Sistemi'ni de devreye aldık mı, kontrol bile ederler. Daha ne olsun? Gıdanın hem bize yaklaşmasını temin ediyoruz, hem de kalitesinden emin oluyoruz.

Bu arada, burada bu şeyleri açık açık yazmaktan çekinmiyorum. Ne patent, ne fikri mülkiyet olmaz masallarda. Her isteyen okur, her isteyen anlatır. Yeter ki hakkı verilsin, her kimler niyetliyse masallara; ve yeter ki gecikmeyelim hayallerimiz için...

Cem, 16 Aralık 2013, Pazartesi.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Doğada "zeki ve günahkâr" niteliklerin her ikisini de dengeyle taşıyabilen bizlerden başka bir canlı türü var mıdır sizce?  Gezegenin ve ulaşabildiğimiz uzakların başına ne geldiyse ve gelecekse, bu iki özelliğimizin çarpıcı işbirliğinden kaynaklandığından pek kuşkum yok. Şunu farketmek çok güç değil: insan eliyle oluşturulan tüm yapı ve bu yapıyı sözde sağlam tutacak kuralların derinliklerine dek hile sirayet ediyor. Ne Florida'nın, ne Tophane'nin içlerinde aramaya gerek yok kaynakları.

Türkiye'de gündem bugün itibarıyla çok yakıcı. Biz iyisi mi, örneğimizi Amerika Birleşik Devletleri'nden verelim. O ülkede de, çocuğunun geleceğinde (itibar, irtifa, vb içinde) mis kokulu mekânlar ve konforlu koltuklar, şüphesiz, her anne-babanın rüyalarını süsler. Mesela, Birleşmiş Milletler, mesela Amerikan Sağlık Bakanlığı, mesela Amerikan Tarım Bakanlığı... Bu kurumlarda barış, sağlık ve beslenme gibi çok temel ve kutsal misyonlar üstlenir çocuklar, diğer abla ve abileri gibi. Ortak öge "iyilik" olması gerekirken, nedense durmadan "yalan" hortlar.

İç savaşlarda halka yapılan çağrılarda "iyi niyetli" koruyuculara güvenmeleri söylenir. 1994 yılında Ruanda'da bazı küçük hatalar sonucu 800,000 kişi ölmüştür. BM hatasını kabul etmiştir. Tam bir yıl sonra, 1995'de bu kez Bosna'da, "güvenli alan" olarak güvence verilen Srebrenica'da, Müslümanlara karşı hedeflenen soykırıma BM engel olamamıştır. 8000'den fazla erkek, kadın ve çocuk ağır silahlarla öldürülmüştür. BM hatasını yine kibarca kabul etmiştir.

Amerikan Sağlık Bakanlığı, FDA -  Food and Drug Administration, Amerikan halkının farkında olmadan içtiği antibiotiklerin hesabını yapmaktan kaçınır. Koskoca çiftliklerde canlı hayvanlar hızlıca büyürler ve hastalıklardan ari tutulurlar. Toplumun boğazından geçen nefis lezzetler arkasına gizlenmiş yaklaşık 15 ton antibiotik (ST 398) meselesi karanlık bir senaryodur. Zira bu senaryo, sağlık alanında daha çok yatırım gerektirmektedir; hastaneler, ilaç firmaları ve sigorta şirketleri haliyle devleşmekte. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) raporlarına göre dünyada gayri safi milli hasılasından (GSMH) sağlığa en büyük payı ayıran ülke ABD, yaklaşık %18. Amerikan halkının, dünyada sağlığa en çok para ayıran sağlığına düşkün insanlar olmalarına rağmen, son 20 yıldır yaşadığı sağlık sorunlarına bakarsak, bu işin bir yerinde ciddi sorunlar var (bkz: "zeki ve günahkâr" niyetler ve bu niyetlerin sızıntısından kurtulamayan diğer kurumlar). Mesela nüfus içinde obezite oranı açısından ABD dünya ülkeleri arasında daima 1 numara. Gelişen kanser türleri ve kıl-tüy alerjilerde de hep iddialılar.

Aşağıdaki tabloda ülkelerin sağlık harcamalarının GSMH oranları yer alıyor. Amerika'nın haline baktığımızda, Türkiye'nin diğer yakada, en düşük harcama yapan ülke olması iyiye mi delalet, yorum yapamıyorum.



Amerika'nın Tarım Bakanlığı çaresizdir. Çok dolanmaya gerek yok, Monsanto kapısında her daim.  1961'den itibaren 10 yıl süreyle uçaklardan spreylenen (en önemli üreticilerinden biriydi Monsanto) 76 milyon litre "Agent Orange" becerisiyle, Vietnam, Kamboçya ve Laos'da 1 milyon kişi ya öldü ya nesillere taşınan sakatlıklara maruz kaldı. Son on yılda artan oranda etkili tarım ilacı ürünleriyle sebep olduğu Otizm, Parkinson ve Alzheimer hastalıklarına rağmen, Monsanto şirketinin yöneticilerinin Tarım Bakanlığı danışmanlığı görevlerinde acaba ne işleri var? Bu ilişkilere karanlık demek zor; aydınlık demek felaket.

Ekim 2007'de Bahçeşehir Üniversitesi'nce, AB proje destekleriyle organize edilen 1. (ve sonuncu) Organik Tarım Kongresinde, İngiltere'nin organik tarım hareketinin önde gelenlerinden, konuşmacı olarak davet edilen Sir Julian Rose'un söylediklerini unutamıyorum. O toplantıda ön sıralarda oturan AB delegeleri de, Avrupa'dan Amerika'ya uzanan "zeki ve günahkârların" listesini açık yüreklilikle ifade eden Julian'ı unutamamışlardır sanırım!  Özetle şunu dedi, "Sir" ünvanı ile bile dalga geçebilen adam: Olup biten felaketlerin sorumlusu sizsiniz! Ve ekledi: "Çözümler daima yereldedir".




Yerelin küçüklüğü, basitliği iyi okullarda öğrendiklerimizle değerlendirirsek, oldukça düşük kıymetli vasıflar. Albenilere sürüklenmek yerine, durup bakmak... Her mevsimin masalı var; hakikat bile onların içinde saklı. İddialı niteliklerin ve sıfatların girmediği köy kahvesi bu akşam sığınak bana. "Cem abi, sen bilmez misin domino?" diyorlar.

Cem, 17 Aralık 2013, Salı.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Evimin karşısındaki taş ev Hafize teyzenin. 80 küsur yaşında. Köylüler kendinin deli olduğunu söylüyorlar. Bence değil. Yıllar önce, o evden, aşağıya bir başka viran eve taşınmış. Bir kızı Fransa'da. Diğeri köyde; evli, çoluk çocuk sahibi. Evin bir duvarı yıkık. Çatı da kısmen çökmüş. Bahçesinde nerdeyse kendisiyle bir yaş, badem ve zeytin ağaçları var. Her gün geliyor bastonuyla, çok yavaş dikkatli adımlarla. Ağaçların çürüyen dallarını eliyle kırıyor, çuvala koyuyor. Evin arkasında yığılı biraz da odunu var. Ancak 3-4 tanesini taşıyabiliyor kendi başına.

- Sana kimse yardım etmez mi? dedim geçenlerde.
- Yok gülüm, yardım edenim yok!
- Damadın var, kızın var? Onlar niye bakmazlar sana?
- Şu çuvalı aşağı giderken bırakıversen benim evin önüne, olur mu gülüm?
- Olur, bırakırım...

Yardım etmemelerine şaşırıyorum. Hafize teyze de hiç yorum yapmıyor. Ne zaman gitsem (bir türlü taşınamadığım evime, usta peşinde iş bitirmeye), Hafize teyzeyi görüyorum bahçesinde çalışırken. Yüzünde tek bir duygu ifadesine rastlamadım henüz. Dağın sert kadını. Cesur ve sebatkâr. Yıllara meydan okumuş.

Kedileri var birçok. Benim Barış kedicik de günlerdir kayıp. Geçen hafta İstanbul'a gittiğimden beri ortalıkta yok. İnekleri dağda dolaşan Ömer süt verecekti; o gün ortadan kaybolduğunu söylüyor. Garip.

Hafize teyze dün yine çalışıyordu bahçesinde.

- Yok mu hala senin kedi? İstersen benimkilerden bir tane vereyim sana?

Ben umutla Barış'ı bekliyorum halbuki...

Kahvedekiler de der ki,

- O Hafize çok meraklıdır kedilere. Almış, odasında saklamıştır.

Hafize teyze yapar mı böyle bir cadılık, henüz karar veremedim.


Cem, 18 Aralık 2013, Çarşamba.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kış güneşi, dağlar kadar sakin.

Birbiri ardına sessiz ağaçlar gölgelerine sarılmış, keyifli bir öğle uykusundalar. Birkaç kuş sesi var, belli belirsiz. Böcekler toprağın derinlerinde söyleşiyorlar. Kıpırtı yok. Zaman durmuş Kaz Dağı’nda.

Kudretli bakışlar hissediyorum karaçamların altında. Kiminin kocamış dalları beline dek sarkmış, gövdeyi tutmaktan vazgeçmiyor. Yaprakları yok, kozalakları yok. Yaşayan ağacın, yaşamayan kolları gibiler; ısrarlı bir yalvarış sanki.

Kocaman bir çukur kazmışlar. Yanıbaşımda. Etrafındaki taşlar duvar olmuş. Çukur boş. Acaba bir mezar mı, yoksa eski bir definecinin maceraları mı?  Meşe yaprakları yatak yapmış; soğuk kış mevsiminde bir dönüşüm şarkısı, yeniden toprak olacaklar.

Çıngıraklar... Koyunlar, keçiler çobanlarıyla dağdan dönüyorlar. Fethi abi anlatıyor çukurun asıl hikayesini: "Köyün Dedesi"...



Güneş tepeyi sıyırıyor, ovaya iniyor; ufuklardan kayboluyor. Kış güneşi ani batar ne de olsa. Bacalarda duman, bir kış gecesi daha başlıyor.

Cem, 19 Aralık 2013, Perşembe
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

 
“Çok büyük bir denizin açıklarındaki tek kara noktasıydı. Kuzeyinden bakıldığında göze çarpan yüksek kaya duvar yüzünden Kalkan Adası olarak anılırdı. Sert kuzey rüzgarları ve kocaman okyanus dalgalarının dişleri ile kemirilen adanın bu kesimi her geçen gün daha da yükseliyordu. Güneş ile parıldayan mermer kayalar uzaktan geçen balıkçı gemilerine göz kırpardı, dostça, tüm ürkütücü görünümünün altında yatan sıcak bakışlarıyla.”
Bu adada seninle sıcak bir yılbaşı geçirmeyi ne çok isterim; sadece sen, ben ve…

“Kalkan Adası’nın tek sahibi kuşlar olmuştu dünya varolalı. Barışın hiç eksik olmadığı bu kara parçasında hayat güneyde, denizin dar boğazdan adanın içine sokulduğu bir koyda yoğunlaşmıştı. Balıkçıllar, martılar ve karabataklar için ideal bir yaşam ancak burada gerçekleşebilirdi. Okyanusun yıkıcı dalgaları buralara ulaşamazlar, koy içinde sürekli bir huzur hüküm sürerdi.  Serçeler, sakalar, ve kanarya gibi birkaç tropikal kuş daha ise adanın iç kesimlerindeki ormanlık bölgede yaşarlardı.”

… sabahın ilk ışıklarıyla çığlık çığlığa zafer şarkılarıyla umutla gökyüzüne yükselen  binlerce kuş ile herşeyden uzaklaşmak, ne bir çalar saat, ne geometri problemi, ne de bir başkasının sesi bizden başka; ve sadece kuşlar bize yaşamı en güzel şekilde şarkılamak için orada olduğumuz sürece…
                                                                                        

Hayat sürüyor şu dünya üzerindeki tüm irili ufaklı noktalarda. Bir özlem içinde çoğumuz daha yaşamsal bir yaşama kavuşmak için. Kiminin özlemi bir rüya iken, kimi kendini özlemini yakalamak üzere olduğuna iyice inandırmış gözüküyor. Kimi de yakalamıştır herhalde!

Kurtulsak diyorum sadece birkaç gün için şu adına yaşam dediğimiz robot hayatından, ve çeksek gitsek çok uzaklara, belki de ta Kalkan Adası’na.

Hep okul ve ders ile geçti yıllarımız, ve kimse öğretmedi bize nasıl ulaşabileceğimizi Kalkan Adası’na. Ne dersin, onlar da mı bilmiyorlardır yerini? Tabi, sorsak hep aynı yanıt: “Daha oraya gitme zamanınız gelmedi!”. Kendilerinin zamanı gelmiş de, hiç gidebilmişler mi acaba o muhteşem adaya? Bana kalırsa, hiçbir zaman da gidemeyeceklerdir; ne onlar, ne de onlara inanan ve bu dört duvara bilgi yuvası adını vererek, içinden çıkmak için en ufak bir ihtiyaç duymuyormuşçasına nefes alan insanlar.

Bilgi, güzelliğin ne olduğunu öğrenmek değil, doğrunun yanlıştan farkını anlamak değil; mutluluğu gözlerini kullanarak, kulaklarınla duymak, koklayarak hissetmek ve güzelliği vücudunla kavramaktır. Bilgi, doğruyu doğruluğun, dürüstlüğün dünyası olan tabiatta tanımaktır; hile ile dopdolu bir mekânda doğruyu bulduğunu sananların ızdıraplı hayalkırıklığıyla noktalanacak bir kavram değil.
Sevgilim, gel arayalım o adayı, güzellikleri ve doğruluklarıyla varolmuş o çok uzaklardaki adayı. Kulak asmayalım kim derse ki “o adaya ulaşamazsınız, sizin yeriniz burası!”.

“Yaşam savaşı güneşin ufuk çizgisine yaklaşmasıyla son bulur, kuşlar ormanın yükseklerinden denize doğru birbirleriyle yarışırcasına uçarken, gün çılgın bir mutluluk şarkısıyla tamamlanırdı.”
Dışardan bir haykırma duyuyorum; bir inleme de olabilir bu. Yatağımda yatmışken cama kadar gitmeye yeltenmiyorum. Bir sessizlik. Virajı egzosunu patlatmış bir araba dönerken acaba kaç kişi uyandırır bu saatte? Az sonra uyuyacağım çünkü yarın akşama dek sürecek derslerde gözüm açık olmalıyım. İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz, bu dünyanın kurallarıyla!?

Ya sevgimizi de öldürürseler çekip gidemeden Kalkan Adası’na?...

21 Aralık 1986
Evin alt katındaki depoda küçük bir farecik gördüm bugün. Acaba neleri kemirebilir önce diye etrafıma bakınırken, çok eski bir anı defterine takıldı gözüm. Defterin içinde unutulmuş bu mektup ile karşılaşmak çok şaşırttı. Tam 27 sene önce yazmışım.


Cem, 20 Aralık 2013, Cuma
----------------------------------------------------------------------------------------------------------- 




En uzun gece partisi başlıyor. Bu ay işleri sebebiyle Işıklar Prensi uzaklarda; özür dileyerek katılamayacağını iletmiş. İlk gelen Kaz Dağı; boynunda beyaz fularıyla, yine zarif. Yıldızlar yavaş yavaş farklı yönlerden çıkageliyorlar; parlak renkli uzun elbiseler giyinmişler. Soğuk bakışlarla süzüyorlar birbirlerini. Yaşlarını hiç göstermezler; tahmin etmeye yeltenmeyin! Toprak sofrasında gülümsüyor; büfede zeytinyağlı mantar-patates ızgara, darı çorbası, elma sirkeli kış yeşillikleri, bulgur pilavı ve karasakız şarabı var. Kuzey rüzgarı bir hışımla girerken içeri, ağaçlar hep birden uzun kollarıyla kucaklıyorlar.  Sincaplar, tilkiler, geyik, kurt, ayı, yaban domuzları, kaplumbağa, porsuklar ve 3 baykuşları getiren otobüsün farı aydınlatıyor yolu. Şarkılar okuyarak yaklaşıyorlar. Bir de detone olmasa şu ayı? Tavşanı şoför yaparlar her sene (yine cezalı).

Akşam yemeği başlamadan önce ev sahibi Meşe Beyi listesini kontrol ediyor.

- Daha gelmeyen kimler var? Hımmm... Buzcuklar ailesi geç gelir zaten. Başka, başka... Aaaa?
Dere Beyi yok. Halbuki sesi geliyor aşağılardan. Beklesek mi acaba?

Gonggg!....

Karaçamlar büyük bir aile. Belki de belirtmekte fayda var: ağaçların soyluluğu, insanlarınkinden farklıdır. Soylu insanlar kategorisinde paranın ve itibarın büyük bir oranda rolü olmuştur. Bu Karaçamlar ailesi ise soylu olmakla birlikte, son derece alçakgönüllü. Son yıllarda madencilikten büyük zarar gördüler. Yerlerinden, köklerinden söküldüler. Kaz Dağı'nın şahitliğinde büyük acılar yaşamaktalar. Ciğerleri siyanür havuzlarında buharlaşan havayla patlayan beş yüzyıllık aile büyükleri için az göz yaşı dökmedi bu hayvanlar. Daha şanslı olanları apar topar tomruklar halinde kamyonlara yüklendiler, dağın maden ocaklarına dönüşen yamaçlarında. Arkalarından topraklar erozyon olup aktılar, aktılar; yine de dönüp bakan olmadı Karaçamların yitik kaderine. Madencilik çalışmaları diye katil kimyasallar cansız sular bıraktılar geriye; derelerin kurbağalar, balıklar, yılanlar ve nice bitkiyle ellibin yıllık yaşam birliktelikleri birkaç haftada bitti. Geçen sene aniden, orada burada, aynı anda beliren kıvılcımlarım alev şelalelerine dönüşen yangın tayfunu, ormanların rengârenk yaşam ilişkilerini kavurdu, tek renkli kömür heykellerine dönüştüler. Bunca felaketi daha önce atalarından hiç duymamışlardı. Giderek derinleşen bir üzüntü ve korku içindeydiler. Günahları hakkında hiç bir fikirleri yoktu.

Sıra gecenin açılış konuşmasına gelmişti. Dede Karaçam misafirlerin bir adım önüne geçti. Saygıyla eğdi başını. Biraz bekledi. Sonra hiç bir kimseyi atlamadan, sırayla ve çok yavaş baktı. Sanki nefes almıyordu koskoca Kaz Dağı ailesi. Gözlerin içindeki hüzünleri içine çekti; tek tek. Sadece o derin bir nefes aldı. Sağ gözünden iki damla düştü toprağa. Hafifçe öksürdü. Gökyüzüne doğru açtı kollarını; alçak bir sesle:

- Dostlarım, kardeşlerim; dua edelim sonsuz aşka, sonsuz sevgiye, sonsuz barışa. Biz daima onlarla varolduk. Başka türlü varolamayız.

Dua ettiler. Işıklar Prensi de uzaklardan katıldı dualarına.

Yemekler enfesti. Keyfine varmak için özel bir gurme bilgisi falan gerekmez. İşin ilginç kısmı, yenilmekten bile mutluydular bu gıdalar. Yemek sırasında Yıldızlar Gezegenler'in de bir daha ki yıl davetli listesine dahil edilmesini önerdiler. Kaplumbağa önüne aldığı onca tabağı nasıl bitirecek diye gülüşenler bir köşede toplanmışlardı. Porsuk ve tilki arasında süregelen arsa anlaşmazlığından konu açılınca, 3 baykuşlar olaya el koydu ve konu tatlıya bağlandı. Dere Beyi, HES'ler meselesini gündeme taşımak istedi ama bunun ne olduğunu kimse anlamadı. Zaten bir süre sonra kahkahaların seviyesi öylesine yükseldi ki, konuşmak yerine artık herkes ya dans ediyor, ya tempo tutuyordu.

Yaşamlarının en karanlık dönemlerinden birinde böylesine umut doluydular. Akıllarına gelmemişti nedense, insan.

Son dakika * * * Şimdi aldığımız bir habere göre partiye geç saatlerden itibaren Işıklar Prensi ve bir süredir ortalıklarda olmayan Barış Kedi de katılmışlar.


Cem, 21 Aralık 2013, Cumartesi
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------


Küresel dediğimiz herşeyin varoluşu sadece bildik ölçütlerdeki ticari başarılarıyla mümkün. Şu anda genel adı kapitalizm de olsa, yakın gelecekte şekil değiştirmeye aday farklı ekonomi anlayışlarında bile, “ticaret” toplumun ilişkisel dinamizminde vazgeçilmez bir gerçek olarak sürecek. Paranın önemsizleştirildiği modeller de var; kırsalda küçük gruplar arasında yapılan ürün veya hizmet takas denemeleri veya Internet üzerinden emek-zaman kriterleri ile farklı alanlardaki takaslar akla gelen ile örnekler. Ancak bana öyle geliyor ki alternatifler yaratmak, büyük nehri görmezden gelmek ve küçük dünyalar yaratmak gibi... Bu da keyifli, ancak asıl nehirde boğulmamak üzerine düşünceler geliştirmenin önceliğinden vazgeçebilir miyiz?

Paranın Gücü

Ticari faaliyetimizin paralelinde, başarı kriterlerini bilançolara aktarmak istiyoruz. Bu kriterler somut olarak ifade edilebiliyor mu? Örneğin, çalışanlar mutluluğu, kurumsal güvenilirlik, müşteri sadakati, etik ve sosyal başarı kriterlerini bilançolarımız veya yıl sonu faaliyet raporları nasıl ölçümlüyor? Kâr maksimizasyon hedefleri bu parametreler üzerinde ne gibi erozyonlar yaratabiliyor? Reklam, tanıtım ve halka ilişkiler alanında para temelli olmayan güçler hangileri? Felsefe, sosyoloji, psikoloji ve hatta antropoloji gibi bilim dallarının ekonomi bilimi içine entegrasyonu (Harvard gibi birçok önde gelen üniversite programında yer aldığı gibi) artık bir fantezi değil. Kaçınılmaz bir yeniden yapılanma; paranın maddesel sığlığından kurtulan, derin ve çok daha fazla boyutlu bir matris içindeki kıymetlerine ulaşmayı hedefleyen uzun bir yol... Krizlere sebep vermemek temennisinde.

Çapraz İşletmeciliğin Sinerjisi

İngilizce “Cross Business Synergy” olarak kullanılan terim, 1960’larda ilk kez Igor Ansoff tarafından ifade edildiğinde çok dikkat çekmemişti. Ancak günümüz sert rekabet koşullarında, kurumsal gücün farklı dinamik etkilere dönüşüm ihtiyacı ve buna bağlı oluşan sinerji, Çapraz İşletmecilik anlayışını benimseyen stratejileri haklı kılıyor. Buna paralel olarak, Yeşil Ekonomi kriterlerinde (etik üretim, çevresel etki, ekolojik unsurlar, sürdürülebilirlik, sağlık ve sosyal-kültürel etkiler) oluşturulacak yapılanmalar çok daha sağlam bir zeminde büyüme sağlayabilir. Çapraz İşletmecilik, birbirinden bağımsız işler sürdüren bir holding anlayışı ile karşılaştırıldığında, özellikle müşteri etkileşim, operasyonel avantaj,  şirket yönetim ve stratejileri alanında güven, tutarlılık ve verim alanında ölçümlenebilir farklılıklar yaratıyor. Bu anlayışın buluşma oranı (iki farklı iş alanında ortak işlevsel paydanın arttırılması) sürdürülebilirlik ve bütünsel memnuniyet (müşteri değer artışı, hizmet çeşitliliği, promosyon dışı avantaj paketleri, vb) etkilerini aynı oranda yukarı seviyelere çekiyor.

Gıda

Tüm iş alanları geleceğin sektörü olarak gıdayı işaret ediyor. Tohum, organik, ekolojik, GDO, katkılar, raf ömrü, yerel, köy ürünü, geleneksel, doğal…  Gıda, karmaşık (etkileri net ölçümlenemeyen) teknolojiler etkisinde ciddi bir mesele halini aldıkça, tüm bu kelimeler ve parametreler hakkında hergün basında farklı tartışmalar, bazen birbirine zıt bilgiler ve ikilemler gözümüze çarpıyor. Özellikle genç ebeveynler çocuklarının beslenmesi için oldukça hassas ve dikkatli olma çalışıyorlar; ancak, doğru gıda konusunda tercihlerini yapmakta zorlanıyorlar. Hiçbir sertifika, etiket, ambalaj şekli üreticinin gerçek kimliği kadar güçlü olamıyor. Türkiye’de üreticisine yakın olmak, tanımak ve hatta kolayca iletişim kurabilmek isteyen tüketici grubunun sayısı hızla artıyor. Tüm göstergelerden anlıyoruz ki, doğru gıdaya en yakından, en kısa sürede ulaşabilmek vazgeçilmez bir tercih olacak. Doğru gıdanın tanımında ve detaylarında yer alan bilginin güvenilirliği markaların önüne geçecek. Küçük üreticiler büyük şirketlerin elinde olmayan kıymetlerle yeniden itibar kazanacak, saygınlıkları artacak.

Öte yandan, iklim değişikliğine bağlı seller, kuraklıklar, donlar, mevsim ortalamalarında aşırı ısı ve nem farklılıkları farklı yöre ve çiftçilerinin dengeli bir şekilde desteklenmesini daha yaşamsal bir seviyeye çekiyor. Tarımsal kıtlık dönemlerinde yöresel sıkıntıların diğer yörelerden sağlanabilmesi ve üretim haritasında olabildiğince dağınık-sistem anlayışı, gıda güvencesi ve sürdürülebilirlik risklerini önemli oranlarda aşağı çekebiliyor.

İlk Olmak

Gıda alanında çok sayıda e-ticaret sitesi hizmet veriyor. Kendileri üretici olanlar dışında, çoğunun çalışma ilkesi ürünlerin (1) satın alınması, (2) depolanması ve (3) sevk edilmesi esasında. Bu yaklaşım, hem ürün tazeliği, hem de hizmet alanı (mesafesi) açısından kısıtlar oluşturuyor. Ama asıl farklılık (genel ticaret kurallarının paralelinde), üretici kimliğini açıkça paylaşmamak. Ticari açıdan bir risk gibi görünse de, yeni ekonomilerin değer yargıları açısından önemli bir farklılık kartları açık oynamak olabilir. Bu anlayışımızla, Toprak Ana'da tüketicilerin üreticileri daha yakından tanıdığı bu sanal ortamı zaman içinde gerçek kılmak mümkün oldu. Müşterilerin ve üreticilerin bizlere taleplerini, görüşlerini ve şikayetlerini temel aldığımız felsefi değerlerde dile getirmeleri, kendilerini projenin bir parçası olarak hissetmesi Toprak Ana’nın, diğer doğal ürün kutu tedarikçisi firmalardan farklı bir anlayış içinde gelişmesine olanak sağladı.

Deneyim

Fikirlerin ortaya çıkması ile başlayan birçok projenin zorluğunu ve farklı yönlerini ancak iş pratiklerinde görebiliyoruz.  Toprak Ana projesinde kontrol aşamalarının her birinde edindiğimiz tecrübe, yazılım ve müşteri hizmetleri alanında bizleri yeniden düşünmeye ve yapılanmaya zorladı. Bir müşterinin kişisel olarak her bir üreticinin kendisi ile konuşabilmesinin, talepleri iletebilmesinin önemini daha iyi kavradık; fark ettik ki bu ilişki sonrasında ortaya çıkan işlevsellik basit bir ticari faaliyetten ibaret değil. Üreticinin varlığını, kullandığı tohumları, ürünlerini, verdiği emeği farkında olan tüketiciler sadece alışveriş yapmıyor; bu değerlerin yarınlara taşınmasına destek vermekten de mutluluk duyuyor. Aldığımız öneriler yeni hedef fonksiyonlar dışında, bazen henüz tanımadığımız yeni aday üreticiler hakkında olabiliyor. Bir bölgede uzun yıllar esnaflık yapan bir üreticinin bir müşteri tarafından önerilmesi, detayları ile anlatılması bizleri yaptığımız iş konusunda daima mutlu etti.

Sorumluluk Devrimi

Geleceğin farklı iş modellerini “değişim” sürecinde tasarlarken, maalesef çoğu kez geçmişin konvansiyonel ve statükocu alışkanlıklarından kopamıyoruz. Yavaşlamak ve büyümek birlikte nasıl olabilir? Buna karşın, ekolojik dengelerde sürdürülebilir ve güçlü iş modelleri yaratmak mümkün mü? Yeni iş modelleri tanımında Çapraz işletmecilik, merkezci olmayan yapılanmalar, yerel ekonomilere entegrasyon, sosyal sürdürülebilirlik (sosyal sorumluluk projeleri yerine) ve etkin üniversite-STK-kurum işbirliklerinden bahsedebiliriz. Gerek kurumların ve gerek ülkelerin kalkınmasında “dengeli büyüme” modellerinin önemi her geçen gün daha çok konuşulacak. Büyük şehrin kara delik etkisinde köyleri boşaltmasının yarattığı büyük risk dünyada daha çok konuşulmaya başlandı. Türkiye’nin bu anlamda “gelişmemişliğinin” büyük bir fırsata dönüşmesi sadece ekonomik olarak değil, sağlıklı gıda üretimi, geleneksel üretim ve mutfak kültürü değerleri açısından da büyük bir potansiyel. Sorumluluk devrimi tüm esaslarda, belki de akıl – gönül dengesinde tasarlanması gereken bir yaklaşım.

Başarılı da olsa fikirlerin kök salması ve farklı renklerde başarıya akmaları ancak ekip ruhu ile mümkün. Acaba birgün bunu başarabilecek miyiz?


Cem, 22 Aralık 2013, Pazar
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------


Ufuk karanlık görünüyor. Köy küçük sessizliğinde, huzur dolu. Renklerinde yaşam gerçeği. Ötesine bakmak istemiyorum.



Günahların uğramayacağı bir yolda uçalım. Bu gece Noel. Kutlu olsun tüm dünyanın güzel insanlarına.


Cem, 24 Aralık 2013, Salı
----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hissediyorum uzaklardaki fırtınayı. Halbuki çıt yok bugün Kaz Dağı'nda; lodos inadına bahar havası serpmiş toprağa. Tepeler karlı da olsa, ılık rüzgar uzun haftalardır ilk kez içimizi ısıtıyor. Ağaçlar ve ben başbaşayız. Onların huzurlu uykusunu izlemeye geldim. Dallarında tek tük kalan yapraklar önümüzdeki ilk soğuklarda toz bulutlarına katılacaklar; ne dallar, ne de yapraklar artık birbirlerini hissetmiyorlar. Ağaçların bedenlerinde, kabuklar altına saklanan kurtlar dahi uykuda. Güneş onların şimdi umurunda değil; bahara kadar da olmayacak. Sadece toprak ışığın sürprizlerini sever bu mevsim; o da karşılık verir kış çiçekleriyle hemen. İster kar olsun, ister kupkuru bir bekleyiş, güneşin bulutlarla dansını sever kış çiçekleri.

Toprağa uzandım. Kollarımı dallar gibi açtım ve ben de uyudum bir süre...

Uykumda bahçemdeki kirazlar, armutlar, elmalar, erikler, şeftaliler, cevizler, akasyalar, çamlar, kestaneler bir olup okumaya başladılar:

Tuba, mirum spargens sonum
Per sepulcra regionum,
Coget omnes ante thronum.


Çınlayan o ses, üflendiğinde Sur,
Çatlatacak taşlarını bütün kubur
Ve kaplayacak yeryüzünü yüce bir Nur!



"Acıyı birlikte hissetmek, birlikteliğin tohumları için en güçlü topraktır" diyen fısıltısıyla uyandım yüce Kaz Dağı'nın...

Güneş batmak üzereydi. Motorumla kestirme patikalardan döndüm köyüme.

Cem, 25 Aralık 2013, Çarşamba
----------------------------------------------------------------------------------------------------------


Köylü kızı anasını izler patikada
Ana eşek sırtında çalı çırpı taşır
Erkeği çay yudumlar sabah keyfinde
Ağadır, haliyle tespih çeker
Zeytin ağacı gülümser toprağına
 
Traktör umutla sürer susuz çatlakları
Kargalar ürker çamlığın arkasına kaçar
Samanlar havalanır kepekten, başaktan
Yaşlı nineler domates toplar
Zeytin ağacı gülümser toprağına

Bir yabancı kahveye adres sorar
Gelinler çeşmede buluşur
Çocuklar tavukların bağırışlarında koşturur
Köpekler havlar belinde fişekli avcılara
Zeytin ağacı gülümser toprağına
 
Taş evinde yalnız, Müberra Hanım şiir yazar
Atatürk'ü anlatır duygu dolu mısralarda
O adama aşıktır hep sessiz, saygılı
Seksen yılın olgunluğunda
Zeytin ağacı gülümser toprağına

Cami namaza çağırır
Dedeler evlerinden yavaşça meydana çıkar
Selam ederler birbirlerine hürmetli
Bir cenaze daha kalkar 
Zeytin ağacı gülümser toprağına                   

24 Temmuz 1995

1994-1997 yılları arasında Alaçatı'daydım. O zaman henüz sosyetik tatil köyü havasından çok uzaktı; iddiasız, kendi halinde eski bir rum köyü idi sadece. Akşamları adaçayı içerdik dostlarla; Metin abi ile, Ömer abi ile, Tunç ile. Ben o zamanlar levrek ve çipura yetiştiriyordum. O işin küçük bir kitabını yazacak kadar öğrenmiştim (sonraki yıllarda, üniversitenin Su Ürünleri fakültesinde yazdıklarımı eğitim materyeli olarak kullanan bir arkadaşım olmuştu). 12 ay boyunca kafeslerin üzerinde balıkları izler, bazen tüple dalarak ağları kontrol ederdim; saatlerce sudan çıkmazdım. Çiftliğe giden yol üzerinde, küçük bir köyde yaşardı Müberra Hanım. Bana gençliğinde öğrencisi olduğu Köy Enstitüsünün fotoğraflarını, eski yazılarını, şiirlerini gösterirdi onu her ziyaret ettiğimde.

Artık çok uzaklardayım denizden, balıklardan, Alaçatı'dan. Ama yüreğimdeki anılar oldukça taze; sevgi ve dostluk duyguları kolay kolay unutulmuyor. Eskittiğimiz güzellikler yerine inşa ettiğimiz şık dünyalarda onlara yer bulamıyorum. Hayallerimi tercih ediyorum bazen, o yüzden.



Zeytin ağacı, herşeye rağmen, gülümsemeyi sürdürüyor kök saldığı topraklara.
"Söylediğim gibi yaratacağım" dermişcesine, abrakadabra!

Cem, 26 Aralık 2013, Perşembe

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kalplerinde ışığı veya karanlığı önemsemediler, sadece umudu düşündüler. Biri şöyle demişti: "Yokluk ve boşluk arasındaki çizgide umut vardır". El yordamıyla zamana dokundular; beklediklerini fark etmediler. Boşluğun engin gülümseyişi çok uzak değildi. Korku yerine cesaret tuttu ellerinden, ve yürüdüklerinde geridekiler sadece sevgiye dönüştü.  

Dağlara doğru tırmandılar; aniden önlerine çıkan düzlüğe baktılar.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------